Öğrenme: Öğretmekten Geriye Mütevazı Bir Çekiliş
Prof.Dr.Talât Sait HALMAN BİLKENT ÜNİVERSİTESİ TÜRK EDEBİYATI BÖLÜM BAŞKANI*
Alev ALATLI YAZAR*
Prof.Dr.Cengiz GÜLEÇ PSİKİYATRİST, ANTROPOLOG*
Kürşat BUMİN GAZETECİ YAZAR*
Prof.Dr.Akın ERGÜDEN ODTÜ FELSEFE BÖLÜMÜ*
TALÂT SAİT HALMAN (Oturum Başkanı) – “Öğrenmeyi öğrenme” oturumuna hoş geldiniz. Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik’e ve Türkiye Zeka Vakfı Başkanı Sayın Emrehan Halıcı’ya şahsım ve arkadaşlarım adına çok teşekkür ederiz.
Beni neden bu kongreye çağırdılar bilemiyorum çünkü ben doğma-büyüme katıksız bir laz’ım. Diyorlar ki laz’larda zeka yoktur, ben buraya zeka nedir öğrenmeye geldim. Onun için değerli konuşmacıları büyük bir merakla dinleyeceğim. Ve isterdim ki Sayın Emrehan Halıcı konuşsun da ben de ‘zeka nasıl olur’ göreyim. Bu son derece yararlı ve eminim başarılı olacak olan bir kongre. Bunun için hem sayın Milli Eğitim Bakanı Doç.Dr. Hüseyin Çelik’i hem de bu Vakfı yaratan, yürüten ve bu etkinliği düzenleyen sayın Emrehan Halıcı’yı yürekten kutluyorum. Emeği geçenleri de yürekten kutlamak istiyorum.
Oturumumuzun başlığı, bildiğiniz gibi “Öğrenmeyi Öğrenme”. Ben yine -laz’lığım dolayısıyla mazur görün- bunu ‘Öğrenmeyi ÖĞRENME!’ diye okudum; yani olumsuz emir kipi olarak. Bizim eski milli eğitim sistemimiz genellikle böyleydi; yani ‘öğrenme’ değil de ÖĞRENME! diye bize kesin bir komut verdi. Yani eğitimimiz çok uzun süre öğrenme!, düşünme!, sorma!, eleştirme!, yorumlama! gibi telkinler ve emirlerle yürütüldü.
Ama, bazı olumlu emirlerde vardı: Ezberle!, Suskun Kal!, Papağan Ol!, Hocanın Söylediğini Hocaya Tekrar Et!, Sınavda Sadece Hocanın Derste Söylediklerini Yaz ve Hocanın Okumanızı İstediği Kitapları Oku!, Onların Dışına Çıkma!, Hiçbir Şekilde Soru Sorma!, Hiçbir Gerçeği Sorgulama!, Hep Kabul Et!, Sineye Çek!, Ezberle!, Düşünmeden İçine Sindir! gibi; ama, bundan 25 yüzyıl önce Heraklitüs’un söylediği gibi “Edinilen nice bilgiler insana zeka sağlamaz”.
Bu toplantıda, sanırım şunu da konuşacağız: Nice zekalar bilgi edinemez aynı zamanda; onun için bizim erişmemiz gereken sentez, zekanın, aklın, bilginin, her şeyin birleşmesi ve ortaya total bir insan çıkarılmasıdır. Her türlü zekaya ihtiyacımız var. Ben şuna da üzülüyorum doğrusu; biz, zeka dediğimiz zaman, Arapça’dan aldığımız bu kelimeyi kullandığımız zaman, sadece birinci anlamını düşünüyoruz. O anlam, işte hepimizin bildiği zeki olmak gibi; ama, Arapça’da zekanın bir ikinci anlamı da var, yani artırma, büyüme, gelişme, zekayla ilerleme ve bu arada erdem, dürüstlük, doğruluk, adalet gibi kavramlar da zeka teriminde var. Bana öyle geliyor ki, zeka üzerinde dururken etik üzerinde de durmak zorundayız, adalet kavramı üzerinde de durmak zorundayız ve bütün bunların ötesinde bence soru sormayı öğrenmek zorundayız. Bizim sistemimizde çok uzun yıllar soru sorulmazdı, hâlâ da sorulmuyor. Evlerimizde bile, ailelerde bile “söz büyüğün, su küçüğün”. Bence Türkçe’nin en yanlış, en sapık atasözlerinden biridir, o kavramı derhal ortadan kaldırmalıyız; ama, birçok hocalar, öğretmenler, bu kavramı sınıfa da taşımışlardır. Kimse el kaldırıp da cesaret edip soru sorumaz.
Ben, Bilkent’te ilk dersimi 1996’da verdim ve üniversite öğrencilerine ders anlatırken, ben anlattıktan sonra dersi nasıl yöneteceğimi, çok soru sorulacağını, eleştiri yapılacağını, gerekirse beni de eleştirmelerini istediğimi söylediğim zaman, öğrencilerden biri elini kaldırdı “Biz, bütün öğretim sistemimiz boyunca böyle şeylere alışmadık, siz bize söyleyin, biz yazalım, dikte verin, sonra sınavda aynı şeyleri yazarız” dedi. O sınıfın 65 öğrencisi vardı, bu huydan vazgeçirinceye kadar akla karayı seçtim.
Çok alıştık apodiktik düşünceye, yani; yalnız bizim düşündüğümüzün doğru olmasına, onun dışında başka alternatifleri kabul etmemeye, bundan kurtulmak, Türk kültürünün, Türk yaratıcı eylemlerinin, Türk sanatının baş görevi olmalıdır. Tabii, bu da eğitimden başlar. Daha ilkokulun ilk sınıfından başlar, evden adeta doğumdan başlar, yoksa özgür ve özgün düşünceyi çıkaramayacağız. Bence zekanın önemli bir işlevi kuşkudur, kuşkulayarak birçok şeyleri sorgulamaktır. Hani “Cogito ergo sum” diyorlar ben onu “Dubito ergo sum” diye değiştiriyorum yani kuşkulanıyorum, kuşku duyuyorum, onun için varım düşüncesinden hareket ediyorum.
Bu konuda, burada, çok yetkili kişiler bizlere konuşmalar yapacaklar. İki şekilde yapacağız; önce Kürşat Bumin, Alev Alatlı, Prof.Dr.Cengiz Güleç ve Prof.Dr.Akın Ergüden kısa birer konuşma yapacaklar. Ne yazık ki yarım saat geç başladık, onun için vaktimiz daralmış olacak. Ama ikinci bir sefer daha konuşacaklar, o zaman da ters sırayla gideceğiz. Size mümkün olduğu kadar soru sormak, bize itiraz edebilmeniz için vakit bırakacağız.
Birinci konuşmacımız, Sayın Kürşat Bumin; Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden mezun olmuştur. 1972-1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesine ilişkin çalışmalar yapmıştır. ‘Sivil toplum ve devlet’ isimli çalışmasıyla 1982 yılında YAZKO İnceleme Özendirme ödülünü almıştır. Sonraki kitapları arasında ‘Demokrasi Arayışında Kent’ var, bundan başka ‘Medyakronik’, ‘Otoriter ideoloji’ ve ‘Hukuksuzluğun günlüğü’ isimli kitapları var. Kendisi İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve 1997 yılından beri Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Galiba ilk kitabınız önemli bir kitaptır ve doğrudan doğruya bu konuyla ilgilidir.
Buyurun efendim.
KÜRŞAT BUMİN – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Aslında burada önce bir düzeltme yapacağım, Bana gelen programda ismimin karşısında Profesör Doktor vardı. Oysa ben düzenleyici arkadaşlara yazılmamasını söylemiştim ama yine o şekilde programa kondu. Tabii bunu espri olarak söylüyorum ama bu çok karşılaştığımız birşey ‘titr’ meselesi. Ben epeyce karşılaştım, benim yaşıma, durumuma bakanlar “Olsa olsa bu adamın Profesör olması lazım” diye düşünüyorlar. Hatta şöyle olaylar da yaşadım. Yine böyle bir toplantı için davet aldığım zaman görevli olan arkadaş “Profesör yazacağız değil mi Kürşat bey” dedi “Hayır” dedim, “Doçent mi yazıyoruz” dedi, “Yok” dedim, O zaman “Doktor mu yazıyoruz?” dedi, “Hayır” dedim. “Nesiniz” dedi. Nesiniz deyince ben de “ben de sizin gibi bir Adem oğluyum” dedim. Bunu şunun için söylüyorum; bu bizim konumuzla da çok ilgili bir şey, yani bir otorite. Yani yanındaki titrler ne kadar artarsa, zenginleşirse, öğrenilecek şey veya öğretmeye niyetli olarak karşınızdaki kişi, o derece bu işte yetkin olarak kabul ediliyor. Hatta öyle ki; bu konuda bir anekdot aktarayım. Çok önemli şeyleri ifade eden bir şey bu. Yine, böyle çok liberal bir grubun toplantısında konuşuyorduk, toplantıya gittiğim zaman baktım, konuşma sırası -burada böyle bir şey yok tabii, Zeka Vakfı’nda- profesor ile başlıyor, sonra doçent, sonra yardımcı doçent sonra da işte ben yer alıyordum. Hatta söz alınca da öyle dedim, bu çok tuhaf bir hiyerarşi, bu askeriye gibi bir şey, rütbe rütbe gidiyordu. Ve de liberal bir dünya görüşünü, bakış açısını tartışıyoruz, bunun içinde her şey var. O derece, aslında, toplum olarak da, içimize sinmiş, sevdiğimiz, hoşlandığımız bir şey. Bir anekdot daha aktarayım; Mehmet Ali Aybar’ı hatırlayanlarınız vardır, Türkiye İşçi Partisi’nin kurucusu ve milletvekili idi. 80’li yıllarda 80 yaşının üzerinde idi, İzmir’de bir toplantıya gelmişti. Baronun bir insan hakları toplantısına. Bizim gibi masada yerlerini almışlardı ve Mehmet Ali Aybar’ın önünde Doçent Doktor yazıyordu. Şimdi, böyle 30-40 yaşlarında insanlar da var önlerinde Profesör Doktor yazıyordu, Mehmet Ali Beyin önünde de Doçent Doktor yazıyordu. Mehmet Ali Bey de, nasıl bir dilekte bulundu, bilemiyorum, söze başlarken dedi ki “Bir açıklama yapmam lazım, salonda beni tanıyanlar tanır, fakat tanımayanlar şöyle düşünebilir “Adama bak bu yaşa gelmiş, halen doçentlikten ileri gidememiş‘ diye, o bakımdan düzeltiyorum ki, ben 1950’de doçentlikten ayrılmıştım” diye bir açıklama yaptı.
Şimdi, bu çok önemli bizim toplumda. Dikkat ederseniz, bütün gazetelerde falan hepsi sıraya dizilirler. Yani, bir demeç alınmışsa, bu demeç çok çeşitli konularda olabilir, her konuda biliyorsunuz uzman görüşü alınır ve uzman görüşleri de hep böyle profesör, doçent, yardımcı doçent... gibi bu şekilde aşağıya doğru ilerleyen bir çizgi izler. Tabii, biraz bunun da altında, ne kadar bizim bilgi konusunda, fikir konusunda titrlerin nasıl insanlara eşlik ettiği yolundaki kanaatimizi çok iyi açıklar. Hatta ben bu konuda hatırlıyorum, birkaç yıl önce, sadece biraz hinlik olsun diye, ‘Yardımcı Doçent Devlet Bahçeli” diye bir yazı yazdığımı da hatırlıyorum. Düşünebiliyor musunuz, gerçekten Devlet Bahçeli yardımcı doçent idi, fakat Devlet Bahçeli’nin önüne ‘Yrd.Doç’ unvanını koyduğunuz zaman, bütün büyü, bütün etrafındaki hava ‘tısss’ diye gidiyor “Aaa yardımcı doçent” diye çıkıyor. Bu tamamen bir ironi tabi.
Şimdi öğrenmeyi öğrenme, -Sayın Halman çok iyi söyledi- olumsuz olarak da okunabilir, bu tür okumalar da çok mümkün. Hatta bunu belki biraz tam lapsüs yorumlamamak lazım, ama ben bunun benzerini, 1983'te oğlumuz ilkokula başladığı gün duymuştum. Okula gittiği ilk gün, bir marş söylüyordu, öğretmen marşı: “Öğretmenim okut, öğret, beni var et” şeklinde. Oğlumuz bu ‘var et’i ‘kahret’ şeklinde söylüyordu; “Okut, öğret ve beni kahret” şeklinde söylüyordu. Biz önce anlamadık, baktım burada bir tuhaflık var, ‘kahret’ şeklinde çıktığını gördük ve sonunda eşimle birlikte demiştik ki işte bu Lapsüs. Cengiz’in yanında böyle konuşmak bize düşmez ama heralde Freud’un işaret ettiği, bu hiçbir zaman masum olmadığının altını on kere çizmiş olduğu ‘lapsüs’ bu olsa gerek. Evet “Öğretmenim okut, öğret, beni kahret”. Bu okulun çok güzel bir özetidir. Türkiye’de ki okulun hatta dünyadaki okulun da... Biraz genişletebiliriz. Fakat Türkiye’deki okulun çok iyi bir özetidir.
Bugün, tabii öğrenmeyi öğretme derken, biz okuldan söz edeceğiz; çünkü, biliyorsunuz, modern zamanlardan sonra, öğrenmenin tek bir adresi var ‘Okul’. Bütün sosyal tarihlerin yazdığı gibi, önceden okul yoktu. Bu çok önemli bir şey, -daha sonra konuya dönmek isterim-. Demek ki, okul tarihi bir kurum, tarihsel bir kurum, yani tarihin bir anında ortaya çıkmış bir kurum. Bu şu demek; peşinen söylemek gerek; bir anında ortaya çıktığına göre, bir anından sonra da olmayabilir; yani, bu bir bakıma, devlet gibi bir şey ve dolayısıyla, bizde hep söylerler ya “Türk Devleti ebediyen var olacaktır” diye. Bu çok saçma bir laf. Tarihsel hiçbir kurumun başına ‘ebediyen var olacaktır’ demek, zaten kendi içinde problemli, hatta çelişkili bir ifade.
Okuldan söz ediyoruz ki, okul öncesi çocuklar, yeni yetmeler, adölesanlar ve hatta gençlerin özel kapatıldıkları bir yer yoktu. Onlar yetişkinlerin yanında yetişirdi. Tabii ki, bir methiye bir zanaat öğrenebilmek için onlarla beraber yaşarlardı, fakat bir zaman geldi bu çocukları büyüklerin yanında...........................(ses kaybı) Biraz önce söylediğim söz neden olmasın bu şeye SANSÜR...ezeli Türk devletinden bahsederken yani... Öyle birşey olmamıştır inşallah, evet. Orta Doğu’ya medeni bir mekan diye geliyoruz.
Evet ve çocuklar nihayet bir yere toplandılar, okul diye. Orada bir şeyler öğretilmek üzere. Bunun tabii hikayesi çok uzun bir hikaye, buna girmeye niyetimiz de yok vaktimiz de. Bu okul önce papaz okullarıyla yerleşti, sonra Fransız İhtilali’nden sonra Cumhuriyet dediğimiz idare ve ona eşlik eden aydınlanma felsefesi, bu okulda inanılmaz bir organ, aygıt olarak görüldü. Aslında, bütün kendi amacını, felsefesini gerçekleştirebilecek tek araç olarak görüldü. Dolayısıyla, hep söyleriz ki, ‘Okulsuz cumhuriyet nesiz! bir şeye benzer’ artık gerisini siz getirin. Okulsuz bir Cumhuriyet tasavvur etmek mümkün değildir. Okul, Cumhuriyetin merkezinde olan kurumdur. Çünkü Cumhuriyet bütün ümidini okula bağlamıştır. Okulla büyüyecek, gelişecek ve sonunda her ne hal olacaksa, olacaktır.
Tabii, bu büyük bir ütopya. Bildiğiniz gibi, önce Avrupa’da başlayarak ve sonra diğer ülkelerde okulun hep böyle avlusu giderek genişledi. Ben bu avlunun genişlemesine de sempatiyle bakan birisi değilim. Çünkü, ne kadar çok genişlerse bu avlu ve hatta bütün ülkeye giderek ne kadar yayılırsa, o demektir ki, avlunun içerisindekiler hep birer öğrenci muamelesi görecektir. Onun için okulun avlusunun çok genişlemesine de o kadar taraftar olmamak lazım. Ve bu genişledi her yerde, 5 yıl, olmadı 12 yıl, olmadı 16 yıl, şimdi bize de geliyor, mümkünse, ileride belki 25 yaşına kadar, nasıl olsa işsizlik de olacak, mümkünse 30 yaşına kadar. Aslında, hoş bir proje; çünkü, 40 yaşına kadar insanları öğrenci yaparsanız, 40 yaşına kadar türban taktırmayabilirsiniz. Bu kadar kolay bir şey, yani öğrencilik yaşı uzadıkça, özgürlükten uzak kalmanın zamanı da o kadar uzar. O bakımdan, zaten biz de dikkat edecek olursanız, bu 12’nin asıl amacı da, zaten bu öğretim çarkını daha iyi işletmek veya öğrenciyi daha iyi eğitmek. Öğretmek değil. Mümkün olduğu kadar ortaya bu okul dolayısıyla bir problem çıkmış, bu problemi ortadan kaldırmak, 12’ye çıkardığınız zaman imam hatiplerin lisesi de ortadan kaldırılmış oluyor. Tam böyle bir hokus pokus işi, tam böyle bir majisyen durumu, sihirbazlık durumu bu derece yani. Şimdi, oysa, benim düşünceme göre, bu tarihin bir anında olan doğan okul, bana göre artık yavaş yavaş ortadan kalkmakta. Ben bunun -fütürist olmadığım için- ne zaman ve nasıl olacağını da bilemem ama çok uzak olmayan bir gelecekte, okul ortadan kalkacak. Bu apaçık görülüyor zaten; çünkü zaten bugün bile teknolojinin gelmiş olduğu seviyede, çocukları 5 yaşından alıp, lise sona kadar –orta öğretimi söyleyelim sadece- bir avlunun içinde bekletmek büyük bir ziyan, büyük bir israf. Çocukların o 7 yıl 9 yıl içinde öğrendikleri şeyleri, çocuklar bambaşka öğrenme ağlarıyla belki 2 senede halledecekler ve geri kalan 7 seneyi de çok bambaşka şeylerle uğraşarak, bilgilenerek veya kendilerini, ruhlarını, bedenlerini keşfetmeye çalışarak geçirecekler. Onun için ben okulun geleceğinin olmadığı düşüncesindeyim. Buna bir bakıma seviniyorum da, çünkü; Türkiye’de giderek kronikleşen sorunlarımızın -türban sorunu gibi- çözümü de, okulun ortadan kalkmasıyla sağlanacak. Yani okulda, türban takılsın mı takılmasın mı? meselesi okul ortadan kalktıktan sonra haliyle yok olmuş olacak; çünkü, okul olmayacak. Belki de, o zaman başka bir şey çıkabilir belki ama hiç değilse bu problemin radikal çözümü böyle olacak.
Okul, Türkiye’de büyük bir krizde, her zaman krizde. Okul, Türkiye’de yararından çok zararlı bir kurum. Çünkü, okul en başta kültür düşmanı yetiştiren bir makine. Şöyle hatırlayalım –hepimiz geçtik o sıralardan- ilkokulda ve orta öğrenimde edebiyat dersi görüp de, liseyi bitirdikten sonra edebiyattan zevk almak mümkün müdür? Böyle bir şey olabilir mi? Maazallah yani, “Edebiyat mı?” “Aman senin olsun, istemem”. Bu süreç içerisinde tarih okuyup da, tarihe ilgi duymak, tarihin hoş bir şey olduğuna, insanın kendisini de keşfetmesine yarayan bir alan olduğuna hiçbir çocuğu ikna etmek mümkün mü? Katiyen. Yani ‘Öğrenmek’, bir eziyete dönüştüğü için, ‘Öğrenmemek’, okul sonrası en hür olarak insanların yaşamayı seçtiği bir döneme gidiyor. Onun için okul çok zararlı. Okulun başka bir şeyi daha var çok önemli. Bir örnekten hareket edeyim. Mesela, geçen gün Konya’da bir milli eğitim müdürünün açıklaması, yırtmaçların çok uzun olduğu yönünde idi. O da, sanıyorum, baş örtüsünün yasaklanmasını hoş karşılamıyordu, bence baş örtüsünün acısını yırtmaçtan çıkarmaya çalışıyor. Şimdi, bu çok önemli bir husus. Ben de öğrencilik hayatımdan hatırlıyorum. Türkiye’de birçok şeyin tarihi yok, hiç değişmiyor. Şimdi, bu çok önemli; düşünün, özellikle benim yaşımda olanlarınız da var aranızda, okulun şöyle bir görevi olabilir mi; öğrencilere, o öğrencilerin hayatlarında buna en fazla ihtiyaçları olduğu bir dönemde, öğrencilerin özgüvenlerini yıkmak. Nasıl bir şey bu? Bu şöyle bir şey; mesela size hatırladığım liseyi söyleyeyim, biz şapka takardık zabıta gibi, kız öğrenciler de zabıta şapkası takardı. Niye takardık? Tabii, çirkinleşmek için. Kız öğrenciler nasıl giyinirdi, parlak siyah bir önlük, göğüsleri belli olmasın diye robadan bir önlük. Siyah çorap, o zaman naylon çorap da yoktu, kalın kadife çorap, saçlar yandan örülmüş, kaşınıza sakın dokunmayacaksınız, gözünüze dokunduğunuzu görmeyeceğim. Şimdi, böyle bir kız düşünün, 15 yaşında, aynanın karşısına geçmiş, bakıyor kendisine, ne bu böyle diyor, bir canavar. Okul, o yaştaki bir çocuğa bundan daha büyük kötülük yapamaz; çünkü, o çocuğun şuna ihtiyacı var, o yaşında en fazla; ben güzelim, ne kadar güzel gözlerim var, gözüm kötü olsa da ağzım güzel, saçlarım kötü ama kulağım iyi, bakışım güzel, saçımı şöyle yapınca, böyle oldu, kaşımı alınca, bayağı düzeldi. Kendisini güzel bulacaktır, kendisini beğenilir bulacaktır, sevilebilir bulacaktır. Kendine güveni o yaşta oluşacak ki, ondan sonraki bütün hayatı bu çizgiler ve bu kanaatler altında devam edebilsin. Fakat, okul ona ne yapıyor; okul ona diyor ki, “Hayır sen çirkinsin, bak aynaya, görüyor musun, bu sevilemez bir insan, bundan hiç kimse hoşlanamaz, hiç kimse aşık olamaz sana”. Ben bunun özellikle, bilinçli olarak yapıldığını sanmıyorum; ama, okul tarihi üzerinde bir şeyler karalamış bir insan olarak, şunu da biliyorum ki, bu masum bir şey de değil. Bu böyle okulun tarihi süzüle süzüle gelmiş ve insana, çocuğa özgüvenini, kendisini beğenmesini bu fasıl içinde vazgeçirmeye çalışan bir kurum. Çok şey var tabii özellikle Batı’ya geleceğim. Batı da kriz içinde, sadece Türkiye’de değil. Türkiye de daha o seviyeye gelmedik. 1983’te eğitim üzerine kitap yazdığımda, Fransa’da meslek okullarında öğrenciler kitapların üzerine işiyorlardı, hocaların önünde. Bugün, Fransa’da, özellikle, problemli mahallelerde, bir hoca bir öğrenciye “Ne yapıyorsun?” dediği zaman, çocuğun cevabı şu “Seni dışarıda ağabeyimle bekliyorum, çıkışta görüşürüz” şeklinde oluyor. İnanılmaz bir kriz. Herkes başını elleri arasına almış düşünüyor ve nasıl yapalım da, bu okulu kurtaralım diye; ama, ben baştan söyleyeyim; bunun düzelecek, reformu olacak bir hali yok. Bu kurum, bence vaktini doldurdu, başka bir öğrenme ağı bunun yerine geçecek, o da, o kadar uzak görünmüyor.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Çok teşekkür ederiz, ne kadar tatlı anlatıyorsunuz keşke benim öğretmenim olsaydınız.
İkinci konuşmacımız, Türkiye’nin çok iyi tanıdığı ve çok sevdiği bir yazar; Alev Alatlı. Alev alev bir yazar, ateş gibi bir aydın, eğitimi daha çok yurtdışında olmuş bir aydınımız. Bursla Amerika’ya gitmiş, arada kalkınma ve ekonomistlik üzerine üniversitede mastır yapmıştır ve nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmek amacıyla felsefeye geçmeye karar vermiş ve Amerika'da pozitifistlerle, Compte ekibiyle birlikte çalışmış. Türkiye'ye döndüğünde yaklaşık beş yıl semavi dinler ve İslâmiyet’le uğraşmış. 1968-1969 yılları arasında Birleşik Amerika’nın Maine Eyaletinde öğretim üyeliği yapmış, daha sonra İstanbul Üniversitesi’yle Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yapmış ve birçok üniversitelerde, Türkiye’de yürüttüğü bir psikolojik dil bilimi projesinin İstanbul ayağını üslenmiş. Cumhuriyet Gazetesiyle ortak “Bizim English” isminde Türkçe temelli bir öğretim dergisi çıkarmış. 1984 yılında ise, kendi deyimiyle eve kapanarak yazmaya başlamıştır. Ocak 1985’te çıkan “Yaseminler tüter mi hala!” Alatlı’nın basılan ilk romanıdır. Daha sonra Viva la Muerte “Yaşasın ölüm” “Orada kimse var mı?” dörtlüsüyle, “Kadere karşı koy anonim şirketi” ni yazmış, son kitabı “Kabus ve rüya”dır. Bilimi temel olan kitaplardır. Alev Alatlı’nın bunların dışında çeviri eserleri var. Şimdi bitirmek üzere olduğu bir dörtlemesi var.
Buyurun efendim.
ALEV ALATLI – Merhaba, iyi akşamlar.
Zeka’dan başlamak istiyorum. En temeline inerseniz fizyolojik bir olaydan bahsetmemiz gerekiyor. Beyinle ilgili olan bir şey, teorileri var, fizyologlar çalışıyor, psikologlar çalışıyor üzerinde nörologlar çalışıyor vs. ama, benim yakın zamanlarda –bu işin bu kısmının uzmanı tabii ki değilim- bildiğim ve anladığım bir tarafı var. Aslında, beyindeki nöronların iletimiyle ilişkili olan bir şey; yani, beyin yapısıyla ilgili olan bir şey, ne kadar hızlı bilginin gidip gelmesiyle çok yakın ilgisi var. Bunun altını çiziyorum, bunu önemsiyorum; çünkü, zeka, öyle görünüyor ki, çevresel faktörlerin dışında fıtrî olarak var. Yani Afrika’da A ve B’yi yan yana görmemiş bir insanda dahi, eğer, bu beyin altyapısı söz konusu ise, bir kere bir artıdan başlıyorsunuz demektir. Demek ki, şuradan başlayacak olan bir mesele bu. Çeşitleri de vardır. En kaba bağlamda IQ’yu bilmeyeniniz yoktur, ikinci bir şey daha çıktı EQ, bu şu; çevreyi algılamak, hissetmek, duygudaşlık geliştirmek ve son zamanlarda özellikle kuantum fiziğinin gündeme gelmesiyle birlikte SQ diye bir zeka çeşidi çıktı. Spiritual...bu batılî zeka anlamına geliyor. Bunun da ölçümleri var. Öyle olunca tek bir zeka yok. Bu söylediğim üç kategori içinde de kendi arasında çeşitlemeleri var; müzik gibi matematik gibi vesaire.
Bizim ülkemizde, zeka deyince, çoğu zaman aklımıza matematik oyunları gelir, matematik gelir. Bunun da nedeni bellidir, çünkü eksiğimiz olan bir konudur ve dolayısıyla biz de zeka; daha çok matematik, satranç gibi vesair konularda gündeme gelir, ama eksiğimizde buradadır. Öyle olunca da bunda da pek anlaşılmayacak bir şey yok.
Önemli olan olay şudur: Zeka kendi başına nedir, ne değildir, bu önem kazanıyor. Bu bir. İkincisi, eğitim sistemleri de önemli; çünkü, ne kadar iyi ölçersiniz ölçmezsiniz bütün bunları bir kenara koyuyorum, ama iyi ölçtüğünüzü de varsaysanız zekayı bir eğitim sistemini düzenlerken, hangi ölçekteki zekayı ortalama olarak alacaksınız, bu çok önemlidir; yani, dehalarla, geri zekaya yakın bir çan eğrisi düşünün, bu çan eğrisinin neresinde eğitim yapacaksınız ve hangi ölçüyü kabul edeceksiniz ve eğitimi nasıl düzenleyeceğiniz büyük önem kazanır. Çünkü eğer gerçekten, çok zeki bir çocuğu, içine fenalık getirecek kadar ağır bir eğitim sistemiyle karşı karşıya bırakırsanız, bu çocuk vazgeçecek, gidecektir. Nitekim, Einstein örneği filan sık sık verirler, adam başarılı olamamıştır, çünkü; sıkılmıştır.
Eğitim konusuna girdiğimiz zaman iki şey önemli oluyor. Birincisi, zeka ölçümünün adam gibi yapılması. Bu çok zor. Neden çok zor; Türkiye’de bir dil problemimiz var ve dil zeka ile içiçe olan bir nitelik. Şunu söyleyebilirim, Boğaziçi Üniversitesi 1970’li yıllarda bir zeka testi yapardı, 4 seçeneklidir ve ilginçtir, en iyi not alanlar, yani bu testten en iyi geçenler 11-12 civarında idi. -1970’lerden bahsediyorum, daha üniversite yeni kurulmuştu-. Dört seçenekli bir test düşünün, buraya bir maymunu koysanız, 25 yapması gerekir, istatistiki olarak, hayır 11 çıkardı. Peki, niye diye baktığımızda, burada şöyle bir şey görüyorsunuz, çünkü bu testler tercüme testlerdi. Ben şuna şahidim, mesela ‘ay mavi peynirden yapılmıştır’, deyim midir, mecaz mıdır vesaire gibi dört seçenek vardır. Bu doğrudan İngilizce’den tercümedir, böyle bir şey Türkçe’de yoktur. Öğrenci diyor ki, tamamen kafadan atıp, yüzde 25 olacakken, yarı zeka devreye girdiği için bu 11’e kadar düşmüştür. Demek ki, ülkedeki problemler şunlar: Zeka denilen meselenin çözümünün halledilmesi lazım, yani öğrencinin zekasını ölçmemiz lazım. Biz, bunu yaptıktan sonra, hangi gruba yöneleceğiz. Milli eğitim kitleler için yapılır, eğitim kitleleri için yapılır, büyük kitleler de -çok iyi bildiğiniz gibi- çan eğrisinin ortasına düşerler ve dolayısıyla verdiğiniz dersin, müfredatından tutun, kullandığınız kelimelere varıncaya kadar bir bütün olarak ele alınması gerekir.
Önemli bir mesele de şudur. Tabii, dilin üzerinde duruyorum. Dildir ki zekayı yorumlayan, dildir ki, zekayı ışıklandıran. Hal böyle olunca, ana dilde eğitim fevkalade büyük önem kazanır. Hiç kimse kendini kandırmasın, yabancı dilde eğitim, eşit zekada olan iki çocuğu ele alırsanız, yabancı dilde eğitim –yabancı dil öğretmekten bahsetmiyorum- zekanın potansiyelinin ortaya konmasını geciktiren eğitimdir. Çünkü, ana dilde bunu yaptığınız zaman, kelimelerin nüansları beyni zenginleştiren unsurlardır; dolayısıyla, Türkçe çok büyük önem kazanır, Türkiye’den bahsediyoruz. Mutlak bu meselenin üzerine gitmek gerekir. Dil bilimiyle uğraşmış bir insan olduğum için biliyorum. Araştırın bakın, göreceksiniz ki, ana dil dışında yapılan eğitimde zeka gerilemez, ama köhner, güdükleşir. Türkiye’de milli eğitim dediğiniz zaman, bunun bir çaresinin bulunması lazım.
Ezber eğitime geliyorum. Şimdi, yine kendimizi kandırmayalım. Bakın, semavi dinler, Ortodoks Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Hıristiyanları ele alayım, çünkü bizden daha eskiler. Ortodokslukta tefsir kapanmıştır. Bu kapandığı zaman, öğrenen insana, öğretileni tekrarlamaktan başka çare kalmaz. Ortodokslar bunu yaşadı, Müslümanlar da bunu yaşadılar. Çünkü, size birileri bu yorumu yapmıştır ve siz bunu bilip, en iyi şekilde kullanmakla yükümlüsünüz. Hal böyle olunca, Cumhuriyet okulları ezbercilik yapıyor meselesi değildir, bizim meselemiz başkadır. Bizim meselemiz, senelerden beri gelen bir tortudur ve bu tortu da zaten bize öğretildi ve ‘en iyisi budur’ alışkanlığı ile yetişiyor olmamızdır, kuşak üstüne kuşak böyle geliyor. Evlerde “Akıl yaşta değil baştadır”, “Büyük sözü dinlenir” filan, filan... Bunun altında yatan bizim bu geleneğimizdir. Elbette ki, Cumhuriyet okulları aydan gelmediler, burada okutulan hocalar da aynı geleneğin insanlarıydı. Dolayısıyla, aynı sistem diğer bilim dallarına da, coğrafyadan tarihe kadar, devam etti. Ama, olay, okulların kendisinden çok, bu kadim geleneğin sonucudur, buna dikkat etmemiz lazım.
Peki, işler nerede sıkışır? Şurada; özellikle, fen bilimlerinde. Fen bilimlerindeki hızı biliyorsunuz, nasıl bir artış olduğunu biliyorsunuz, her ay yeni bir şeyin keşfedildiği bir dünyada yaşarsanız, bir hocanın size dikte ettirdiği nesneyle yetinemezsiniz, bu açıktır. Dolayısıyla, her bir öğrencinin, soru soracak hale gelmesi lazım. Peki, bu sadece psikolojik bir olay mıdır? Hayır, merak uyandırmanız lazım. Bu işin başı sonu meraktır. Öğrenciye soru sorduracak ‘merak’. Her şeyin cevabı bir öğrenciye veriliyorsa, o zaman uzun boylu merak bekleyemezsiniz. Merak kendi kendine olan bir şey değildir. Buluşlar da kendi kendine olmaz. Tesadüfî değildir radarın İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında bulunması gibi. Bir hedefiniz vardır ve hedefinize gidersiniz.
Öte yandan, Sayın Bumin’e asla katılmıyorum, okullar meselesine katılmıyorum. Bir okulun iyi bir okul olmaması, okulu ortadan kaldırılarak çözülmez, okulu iyileştirilerek çözülür. Geldiğimiz noktada, Türkiye’de gelir dağılımı sıkıntısının hepimiz ne olduğunu biliyoruz, daha vahim bir şey var: eğitim dağılımı sıkıntısı. Elifi görse mertek zannedecek adamla birlikte birinci sınıf bilgisayar uzmanı yan yana, aynı çatı altında olan bir ülkede yaşıyoruz. Bu çok büyük uçurumdur ve bu uçurumları eğitim sisteminden başka hiçbir şey çözemez. Rasyonel otorite diye bir şey vardır, bir kavram vardır. Maalesef, bilgi genler vasıtasıyla geçmez. Mavi göz geçer, sarı saç geçer, ama bilgi geçmez. Dolayısıyla, her doğan çocuk, bundan 10 bin yıl önceki atası gibidir, bomboş ve her doğan çocukta siz prosesi tekrarlamak zorundasınız. Tekrar tekrar öğreteceksiniz ve bu mutlaka bir öğretmenle olacak iştir. Ancak, rasyonel otorite denilen şey, öğrencinin öğretmen kadar öğrendiği zaman kendi kendine düşen otoritedir. O yüzden rasyonel derler. İrasyonel otorite nedir; çocuğun kafasına vurarak bir şey öğretmektir ki, bu zaten söz konusu olamaz.
Bu işi yakından takip eden bir insan olarak söylüyorum; Amerika olsun, İngiltere olsun, lütfen onların milli eğitim bakanlıklarının sitelerine girin ve adamların problemlerini görün. Şöyle bir mesele ortaya çıkıyor; neo-liberal düzen ve liberalizm. Demokrasi paradigması çerçevesinde bilenle bilmeyeni aynı tartıya getirmekle tehdit ediyor dünyayı bugün. Bu ülkelerde, gelişmiş ülkeler oldukları için söylüyorum, hocaların, öğretmenlerin otoritesinin hızla zayıfladığı, fakat bununla birlikte bir büyük bilgi kaybının olduğu konuşuluyor. Türkiye’de korktuğum bir şey var. Yine, bu liberal paradigma altında eğitim yürütülmektedir. Sen kim oluyorsun tavrını getirir, benim düşüncem senin düşüncen kadar iyidir tavrını getirir, ama, maalesef, kazın ayağı böyle değil; bilmeyenin düşüncesi, bilenin düşüncesi gibi de değil. Eğer, işi bu tarafa sokarsanız şayet; işlemeyen makineler, elektrik tellerindeki kayıp, işlemeyen sigortalar –tamamen fen bilimlerinden bahsediyorum- ve muhasebeciler ki, bunun altını çizerek söylüyorum, muhasebecilerden oluşmuş iktisatçılar ordusu görebilirsiniz. Hayır, eğitimde kalite diye bir şey vardır. Türkiye şu anda, her şeyi bırakıp, bununla uğraşmak zorundadır, hiç unutmayalım, bir ülkenin gençleri girdi olduğu kadar çıktı da olur. Asset olduğu kadar liability de olur ve Türkiye’de bugün nüfusun yüzde 70’i, 30 yaşının altındadır.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Çok teşekkürler Alev Alatlı.
Şimdiki konuşmacımız, Prof. Dr. Cengiz Güleç. Kendisi Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı üniversitenin Psikiyatri Bölümü’nde 1976 yılında uzman olduktan sonra 1976-1978 yılları arasında Fransız Hükümeti’nin burslusu olarak Paris’e gitmiş ve 15 ay süreyle çalışmalar yapmıştır. Yurda döndükten sonra 1982 yılında Hacettepe Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda doçent olmuş, 1988 yılında da profesörlüğe atanmıştır. Sonra aynı ana bilim dalında başkanlık yapmış, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurulu üyeliğini 1999’a kadar sürdürmüştür. Tıp Fakültesi öğrencilik yıllarında aynı üniversitenin Felsefe Bölümü’nden lisans sertifikası, 1985-1988 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal, Kültürel Antropoloji bilim uzmanı mastır derecesi almıştır. 1999 Nisan seçimlerinde DSP Sivas milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiş, sonra yine akademik hayata dönmüştür, kendisini kutluyoruz.
CENGİZ GÜLEÇ – Sayın Başkan, değerli konuklar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. İnanılmaz müeddep, terbiyeli bir toplumuz biz, biliyor musunuz? Toplum olarak muti, itaate çok yatkın, alışkın olduğumuz da bilinen bir gerçek. Hem Kürşat’ın hem Alev hanım’ın konuşmaları sırasında mikrofon patlıyordu, bekledim bir uyarı gelir diye ama olmadı. Şimdi efendim bu daveti alınca, davetin arkasındaki kurum, vakıf ve onun başkanı, sevgili dostum, kardeşim ve aynı zamanda aynı partide siyasi mücadele yaptığımız Emrehan’ı duyunca hayır demek mümkün değil tabii, böyle bir çağrıya; ama, tabii, bu kombinasyon nasıl tasarlandı, yani gördüğünüz gibi 4 değişik anlayıştaki dostlar ve Allah’tan her birimizi de anlayıp ortada tutabilecek akîl bir kişi olarak da üstadı görüyorsunuz.
Henüz profesyonel felsefeci Akın’ı dinlemedik ama, her dördümüzün de hatta üstadı da katarsak, beşimizin de felsefeye ilgi duyduğumuz bir gerçek. Öyle olunca da her tür bilgi diye sunulanı sorgulama adeti olan insanlarız. İçimizde en anarşizan eğilimli olan Kürşat ki, benim 40 yıllık arkadaşım, hiç değişmedi çok şükür, o heyecanına bayılıyorum, bu devlet tehlikelidir, kötüdür, ondan sonra askerlik, militarizm denildiğinde 40 yıldır tüyleri diken diken olur, kaldırılmalıdır, ‘okul’ zaten görüyorsunuz, görüldüğü yerde ezilmelidir... (Alkışlar) Hayır niye alkışladığınızı anlamadım, daha Kürşat’ı tanıtıyorum üstelik çoğuna da katılıyorum. Yani Kürşat’ı anlatmakta amacım şu: Kürşat tipi aydın benim gözümde gerçek bir aydındır. Karşılıklı övgüler gibi anlamayın, -ama yıllardır da görmedim, ilk defa böyle bir platformda beraber oluyoruz- ama bir tip, prototip olarak anlatmak isterim. Çünkü; gördünüz, yaklaşımını anladınız. Bu size, tribünlere bir oynama değil, Kürşat böyle bir adam. Aşağı yukarı da 40 yıldır böyle...
KÜRŞAT BUMİN – Çok özel bir vaka gibi anlatıyorsun; doktor vakaları gibi...niye böyle anlatıyor söyleyeyim, ben onu tanıdığım zaman psikiatri profesörü değildi ve anti-psikiatrinin çok yaman bir militanıydı.
CENGİZ GÜLEÇ – Evet, doğru.
KÜRŞAT BUMİN – O da değişti.
CENGİZ GÜLEÇ – Eski solcular yaşlanınca, sosyal demokrat oluyor. Bizimki de anti psikiyatriden, yavaş yavaş psikiyatrinin de bir değer olduğunu kavramaya başladı; ama, bir alanda gerçekten yaratıcı, özgün olmak iddiasında iseniz, mutlaka o alanın resmi paradigması, resmi söylemini sorgulayan bir tarzınız olması gerek. Bu anlamda anticiliği -anarşizm- çok yaratıcı buluyorum. Gerçekten de bu radikal, çok kökten gelen ve insanı böyle sarsan, -itici bile bulduğunuzu zaman zaman düşünebilirsiniz- görüşlere Türkiye’de çok ihtiyaç var. Böyle insanların hem düşünme özgürlüğünü -ki beyinin içindeki süreçleri kimse engelleyemez gayet tabii ki ama burada kastedilen ‘ifade’. Düşünce özgürlüğü, ifade edilemeyen düşünceden bana ne. İfade edilen ve örgütlenebilen; dolayısıyla, aykırı, sıra dışı, sorgulayan, zaman zaman tahripkâr gibi, böyle geleneksel normları, alışageldiğiniz anlayışları, böyle biraz kökten silkeleyen tavırlar ve kişilerle karşılaşmayı nedense çok istemeyiz. Her birimizin içerisinde böyle uysal, statükocu, düzeni koruyalım, aman sarsılmasın, bozulmasın eğilimi baskın bir eğilimdir; yani, bunu niye anlatıyorum uzun uzun; çünkü, konuya gireceğim de ondan. Her tür otoritenin, üstelik kerameti de kendinden menkul ise, her tür otoritenin sorgulanmasını ben çok sağlıklı buluyorum. Kişi olarak da sağlıklı buluyorum ve böyle bireylerden oluşmuş toplumu da, toplumsal yapıyı da sağlıklı bir toplum diye adlandırıyorum. Sorgulayan, kuşkuyla soru soran, hemen itaat etmeyen ve biraz da mizaha yatkın, muzip, her şeyle biraz da dalga geçebilen, -işte Kürşat gördüğünüz gibi çok da dalga geçer- ama bunun bir iç bütünlüğü ve tutarlılığı, sürekliliği olduğu için benim gözümde değerli; yani, parça parça şu görüşü, bu görüşü bir tarafa.
Şimdi, burada, bana başlık başlangıçta çok bir şey ifade etmemişti; ama, sonra düşününce çok anlamlı geldi. Bunu bir hatırlatalım. Bence bütün söyleyeceğimizi de özetliyor zaten. Öğrenme: Öğretmekten geriye mütevazı bir çekiliş. Bir kere bu mütevazı çekilişe kim razı olabilir, öğretme statüsüne, gücüne, erkine sahip ve bununla yaşayan öğreticilerin ve eğiticilerin böyle bir anlayışa varması, erişmesi acaba mümkün mü? Bir anlamda eğiticilere ve öğreticilere ontolojik bir sorudur bu. Kendi varoluşumuzu ve varlık nedeninizi lütfen sorgulayın. Buna tutunmayın, bununla şişinmeyin, egonuz ve benliğiniz bu statüde, yani öğretme işlemiyle ve işleviyle sınırlı kalmamalı gibi burada bir direktif var, bir dilek, aynı zamanda bir direktif. Ama, bana çok anlamlı geliyor doğrusu ve gerçekten de tartışmayı özetliyor.
Bu bana göre, çağdaş bir buyruk, Kant’ın emparatifleri vardır ya, şöyle ol ya da öyle davran ki, sana da bilmem nasıl davranılsın şeklinde; yani, iyi bir öğrenme, nasıl olmalı?: öğreticinin, öğretmekten vazgeçmesi durumuyla mümkün. Peki, burada bir paradoks var gördüğünüz gibi; yani, hem öğretici olarak varolacaksınız; ama, öğretmekten vazgeçeceksiniz. Kendi varlık şartınızı yadsıyacaksınız, inkâr edeceksiniz. Bu nasıl mümkün, bütün numarada bu paradoksta zaten. Derler ya ‘şeyh uçmaz, müridleri uçurur’... ‘bilge ne menem bir insandır?’ diye sorsanız, kendine sorsanız zaten hiçbir şekilde tarif edemez de hatta anekdot katalım, Doğunun malum bilgelik dolu öyküleri çok yaygındır ya, Doğu mistik öğretilerinde daha da yaygın. Böyle bir şeyi ben çok severim ve çok yerde de anlattım ve burada yeri geldi gibime geliyor.
Ünlü üç bilgin, zamanında Bağdat’ta bir araya gelirler; günlerce süren muhabbetten sonra halvet olurlar ve fark ederler ki, kendilerinden daha üstün bir bilge zat daha var, o da Semerkant’ta oturuyor, haber alırlar ve o bilge zatı ziyarete karar verirler, günlerce hazırlık yapılır ve yola çıkılır. Yola çıkarken de bir rehber ve katırcı bulurlar. Süklüm büklüm, böyle mazlum görünümlü bir katırcı rehber, günlerce yol gider kervan ve aralarında da o bitmeyen, tükenmeyen muhabbet de sürer yolculuk boyunca ve sonunda amaca vasıl olurlar ve zatın huzuruna kabul edilecekleri zaman, o muhterem zat, bu bilginleri bekliyor, haberdar; ama, onları sanki görmezden gelircesine, gidip o katırcıya müthiş bir gayet mültefit bir şekilde bir tutum sergiler ve ona çok büyük bir saygı duyar. Onun üzerine bilginler çok şaşırır, katırcı da çok teeddüp eder, utanır ve mahcup da bir adamcağız. Sonra bu üç bilgin bundan çok etkilenirler ve dönüşte derler ki, bizi bağışla ey efendi, biz senin ne menem bir insan olduğunu, değerini fark edemedik deyince, “hayır, ben sadece bir katırcıyım, sadece bir rehberim, o kadar” der; yani, o bile, düşünün en büyük bilgenin hürmet ettiği kişi, kendi özelliğini, sahip olduğu birtakım değer ve erdemlerin çok da fazla farkında değildir. Değer ve erdem yüklülük, ne kadar sergileniyorsa... Ne kadar farkındalık? Bunu yaşama ve tadını çıkarma tarzında bir tutumla ortaya çıktığında da onlar uzaklaşıyor. Aynı şey öğretmenler için de geçerli. Öğretme meselesi için de geçerli. Ne kadar öğreticiliğe tutuluyorsanız, öğreticilik sizin varlık şartınız ise, siz iyi bir öğretmen değilsiniz, olamazsınız ve böyle bir alış verişin içerisinde da kalıcı, sağlıklı bir öğrenme mümkün olamaz.
Şimdi bunu biraz daha genişletelim, gördüğünüz gibi bu bir kültür ve kişilikle çok bağlantılı konu; yani, çağdaş eğitim kuramları bize dese ki, en iyi öğrenme, -burada söylendiği gibi- etkileşimle öğrenmedir. İşte diyalog ile öğrenmedir; yani Sokrates’in o meşhur diyalektiği var ya, öğrencileriyle birlikte soru sorması, Sokrates hiçbir zaman cevapları vermiyor, sadece sorular soruyor, soru sormayı teşvik ederek, kendi sorularını bir şekilde ilerletme, daha doğrusu kendi cevaplarını tartıştırarak bir anlamda, belirli bir doğruya doğru onları götürme. Yoksa, kendi bildiği doğruları aktarma değil, iyi bir eğitici, öğretici olarak Sokrates pekala güzel bir model. Sanki insanlık tarihi yıllar sonra eğitimde bu modeli keşfetmiş gibi. Biz de galiba Sokrates’i yeniden keşfediyoruz. Halbuki, kadim kültürlerin çoğunda olan da bundan farklı bir şey değildir. Tabii, eğitim, öğrenim gibi kavramları eş anlamlı gibi kullanıyoruz. Biraz karışıklık da oradan çıkıyor galiba ama demek istediğim, eğitici ve öğreticinin öğretme erki ve öğretmeyi bir meslek olarak görmek. -Hani vardır ya memurun yapması gereken rutin işler neyse-, Öğretmen de aşağı yukarı işini böyle yapmaya başladığı andan itibaren orada bir öğrenme ortamı söz konusu değildir. Öğrenme; bir ortam, bir çevre ve o ortamın da en asli öğesi öğrencidir. Öğrenci eski deyimiyle talebedir. Ben talebeyi daha doğru buluyorum. Nedir talebe; talep eden kişidir. Öğrencide böyle bir şey yok. Adı üstünde, pasif bir konumda, o orada duracak, öğretmen aktif, o, ona aktaracak. Tabii, sadece bilgiyi aktarmakla kalmıyor, orada bir terbiye ve başka bir şey daha cereyan ediyor. Öyle bir ilişki ki, bu, sadece alan veren meselesi değil; çünkü, burada çok daha duyguların, kişiliğin hatta bir grup dinamiği dediğiniz, grubun içinde olduğuna göre öğrenme, çoğu defa -teke tek değil öğrenme- ekonomik değil en azından ve gruplar halinde yapıldığı düşünülürse, grup dinamiği ve o grubun içinde yer aldığı fiziksel mekan, işte diğer araçlarla birlikte çok canlı bir ortam. Bu canlı ortamın kurgulanması, yaratılması, o ortamın gerçekten de eğitici, öğretici bir nitelik taşıması, çok fazla düşünülen bir şey değildir.
Psikiyatri kurumlarında bir dönem, 1940’lı yıllarda, anti psikiyatrinin orada çok büyük bir payı vardır, akıl hastanelerini veya psikiyatrik kliniklerini çok kritik etmeye başladılar, yani çok ideal, iyi yetişmiş psikiyatristler olabilir, fevkalade kemoterapi, müthiş ilaçlarınız olabilir, teknik bir sürü başka donanıma da sahip olabilirsiniz, hastaların kaldığı klinik öyle bir biçimde dizayn edilmiştir ki..., buna terapatik milieu diyorlar; yani, ortamın kendisi tedavi edici bir nitelik taşıyor. Bu ne demektir; psikiyatriste bir üstünlük atfeden, yani tedavideki en üst hiyerarşi ki, -orada da vardır- tedavi kurumlarında da hiyerarşik bir yapı vardır. Belli bir ölçüde de bunu anlamak mümkün, gereklidir de; ama, özellikle, hiyerarşik yerde, otoriter hiyerarşik yapı kurulduğu sürece, o ortam, dediğim gibi bir sürü mükemmel şeylere sahip bile olsa, terapatik değildir, tedavi edici değildir; tam tersi bile üstelik mümkündür. Hospitalizm dediğimiz hastane sendromu ki, hele birazcık uzunca bir süre tuttuysanız, asıl rahatsızlığına ilave belki ondan daha da ağır ve önemli bir başka şey eklenir. Bu ortamın yarattığı olumsuz bir şeydir.
Aynı şey -bence- eğitim ortamı için de geçerlidir. Eğitim ortamını, eğitici bir türe, niteliğe büründürmek, dönüştürmek gerekir. Bu sadece fiziksel mekanı değil, eğitici ve öğreticinin tutum ve değerlerini de bu anlamda değiştirmek anlamına geliyor.
Ben, öyle zannediyorum ki, bu direktifin yani biz bu rolümüzden mütevazı bir şekilde çekilelim, bu öğrenme sadece öğretici olarak bana bağlı bir şey değildir. Bunu talep edenle kurduğum ilişkiye bağlı bir şeydir. Bunu görebilmek için benim bir hayli, her öğreticinin bir bilge olmasını istemek gibi bir şeydir. Olgun ve gerçekten de kişilik anlamında model olabilecek, örnek olabilecek bir tarz gerektiriyor. İşte, böyle bir eğitim ortamı ve böyle bir öğrenme biçimi ve böyle bir eğitici öğretici Türkiye’de mümkün olabilir mi? İşte, bu konuda çok ciddi kuşkularım var. Bunun neden kolay kolay mümkün olamayacağına dair öngörüşlerimi daha sonra söyleyeceğim. Bu bir anlamda da toplumsal kişilik yapımızla ilgili de bir tür değerlendirme ve kritik olacaktır.
Teşekkür ederim.
DEVAMI VAR
Prof.Dr.Talât Sait HALMAN BİLKENT ÜNİVERSİTESİ TÜRK EDEBİYATI BÖLÜM BAŞKANI*
Alev ALATLI YAZAR*
Prof.Dr.Cengiz GÜLEÇ PSİKİYATRİST, ANTROPOLOG*
Kürşat BUMİN GAZETECİ YAZAR*
Prof.Dr.Akın ERGÜDEN ODTÜ FELSEFE BÖLÜMÜ*
TALÂT SAİT HALMAN (Oturum Başkanı) – “Öğrenmeyi öğrenme” oturumuna hoş geldiniz. Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik’e ve Türkiye Zeka Vakfı Başkanı Sayın Emrehan Halıcı’ya şahsım ve arkadaşlarım adına çok teşekkür ederiz.
Beni neden bu kongreye çağırdılar bilemiyorum çünkü ben doğma-büyüme katıksız bir laz’ım. Diyorlar ki laz’larda zeka yoktur, ben buraya zeka nedir öğrenmeye geldim. Onun için değerli konuşmacıları büyük bir merakla dinleyeceğim. Ve isterdim ki Sayın Emrehan Halıcı konuşsun da ben de ‘zeka nasıl olur’ göreyim. Bu son derece yararlı ve eminim başarılı olacak olan bir kongre. Bunun için hem sayın Milli Eğitim Bakanı Doç.Dr. Hüseyin Çelik’i hem de bu Vakfı yaratan, yürüten ve bu etkinliği düzenleyen sayın Emrehan Halıcı’yı yürekten kutluyorum. Emeği geçenleri de yürekten kutlamak istiyorum.
Oturumumuzun başlığı, bildiğiniz gibi “Öğrenmeyi Öğrenme”. Ben yine -laz’lığım dolayısıyla mazur görün- bunu ‘Öğrenmeyi ÖĞRENME!’ diye okudum; yani olumsuz emir kipi olarak. Bizim eski milli eğitim sistemimiz genellikle böyleydi; yani ‘öğrenme’ değil de ÖĞRENME! diye bize kesin bir komut verdi. Yani eğitimimiz çok uzun süre öğrenme!, düşünme!, sorma!, eleştirme!, yorumlama! gibi telkinler ve emirlerle yürütüldü.
Ama, bazı olumlu emirlerde vardı: Ezberle!, Suskun Kal!, Papağan Ol!, Hocanın Söylediğini Hocaya Tekrar Et!, Sınavda Sadece Hocanın Derste Söylediklerini Yaz ve Hocanın Okumanızı İstediği Kitapları Oku!, Onların Dışına Çıkma!, Hiçbir Şekilde Soru Sorma!, Hiçbir Gerçeği Sorgulama!, Hep Kabul Et!, Sineye Çek!, Ezberle!, Düşünmeden İçine Sindir! gibi; ama, bundan 25 yüzyıl önce Heraklitüs’un söylediği gibi “Edinilen nice bilgiler insana zeka sağlamaz”.
Bu toplantıda, sanırım şunu da konuşacağız: Nice zekalar bilgi edinemez aynı zamanda; onun için bizim erişmemiz gereken sentez, zekanın, aklın, bilginin, her şeyin birleşmesi ve ortaya total bir insan çıkarılmasıdır. Her türlü zekaya ihtiyacımız var. Ben şuna da üzülüyorum doğrusu; biz, zeka dediğimiz zaman, Arapça’dan aldığımız bu kelimeyi kullandığımız zaman, sadece birinci anlamını düşünüyoruz. O anlam, işte hepimizin bildiği zeki olmak gibi; ama, Arapça’da zekanın bir ikinci anlamı da var, yani artırma, büyüme, gelişme, zekayla ilerleme ve bu arada erdem, dürüstlük, doğruluk, adalet gibi kavramlar da zeka teriminde var. Bana öyle geliyor ki, zeka üzerinde dururken etik üzerinde de durmak zorundayız, adalet kavramı üzerinde de durmak zorundayız ve bütün bunların ötesinde bence soru sormayı öğrenmek zorundayız. Bizim sistemimizde çok uzun yıllar soru sorulmazdı, hâlâ da sorulmuyor. Evlerimizde bile, ailelerde bile “söz büyüğün, su küçüğün”. Bence Türkçe’nin en yanlış, en sapık atasözlerinden biridir, o kavramı derhal ortadan kaldırmalıyız; ama, birçok hocalar, öğretmenler, bu kavramı sınıfa da taşımışlardır. Kimse el kaldırıp da cesaret edip soru sorumaz.
Ben, Bilkent’te ilk dersimi 1996’da verdim ve üniversite öğrencilerine ders anlatırken, ben anlattıktan sonra dersi nasıl yöneteceğimi, çok soru sorulacağını, eleştiri yapılacağını, gerekirse beni de eleştirmelerini istediğimi söylediğim zaman, öğrencilerden biri elini kaldırdı “Biz, bütün öğretim sistemimiz boyunca böyle şeylere alışmadık, siz bize söyleyin, biz yazalım, dikte verin, sonra sınavda aynı şeyleri yazarız” dedi. O sınıfın 65 öğrencisi vardı, bu huydan vazgeçirinceye kadar akla karayı seçtim.
Çok alıştık apodiktik düşünceye, yani; yalnız bizim düşündüğümüzün doğru olmasına, onun dışında başka alternatifleri kabul etmemeye, bundan kurtulmak, Türk kültürünün, Türk yaratıcı eylemlerinin, Türk sanatının baş görevi olmalıdır. Tabii, bu da eğitimden başlar. Daha ilkokulun ilk sınıfından başlar, evden adeta doğumdan başlar, yoksa özgür ve özgün düşünceyi çıkaramayacağız. Bence zekanın önemli bir işlevi kuşkudur, kuşkulayarak birçok şeyleri sorgulamaktır. Hani “Cogito ergo sum” diyorlar ben onu “Dubito ergo sum” diye değiştiriyorum yani kuşkulanıyorum, kuşku duyuyorum, onun için varım düşüncesinden hareket ediyorum.
Bu konuda, burada, çok yetkili kişiler bizlere konuşmalar yapacaklar. İki şekilde yapacağız; önce Kürşat Bumin, Alev Alatlı, Prof.Dr.Cengiz Güleç ve Prof.Dr.Akın Ergüden kısa birer konuşma yapacaklar. Ne yazık ki yarım saat geç başladık, onun için vaktimiz daralmış olacak. Ama ikinci bir sefer daha konuşacaklar, o zaman da ters sırayla gideceğiz. Size mümkün olduğu kadar soru sormak, bize itiraz edebilmeniz için vakit bırakacağız.
Birinci konuşmacımız, Sayın Kürşat Bumin; Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden mezun olmuştur. 1972-1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesine ilişkin çalışmalar yapmıştır. ‘Sivil toplum ve devlet’ isimli çalışmasıyla 1982 yılında YAZKO İnceleme Özendirme ödülünü almıştır. Sonraki kitapları arasında ‘Demokrasi Arayışında Kent’ var, bundan başka ‘Medyakronik’, ‘Otoriter ideoloji’ ve ‘Hukuksuzluğun günlüğü’ isimli kitapları var. Kendisi İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve 1997 yılından beri Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Galiba ilk kitabınız önemli bir kitaptır ve doğrudan doğruya bu konuyla ilgilidir.
Buyurun efendim.
KÜRŞAT BUMİN – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Aslında burada önce bir düzeltme yapacağım, Bana gelen programda ismimin karşısında Profesör Doktor vardı. Oysa ben düzenleyici arkadaşlara yazılmamasını söylemiştim ama yine o şekilde programa kondu. Tabii bunu espri olarak söylüyorum ama bu çok karşılaştığımız birşey ‘titr’ meselesi. Ben epeyce karşılaştım, benim yaşıma, durumuma bakanlar “Olsa olsa bu adamın Profesör olması lazım” diye düşünüyorlar. Hatta şöyle olaylar da yaşadım. Yine böyle bir toplantı için davet aldığım zaman görevli olan arkadaş “Profesör yazacağız değil mi Kürşat bey” dedi “Hayır” dedim, “Doçent mi yazıyoruz” dedi, “Yok” dedim, O zaman “Doktor mu yazıyoruz?” dedi, “Hayır” dedim. “Nesiniz” dedi. Nesiniz deyince ben de “ben de sizin gibi bir Adem oğluyum” dedim. Bunu şunun için söylüyorum; bu bizim konumuzla da çok ilgili bir şey, yani bir otorite. Yani yanındaki titrler ne kadar artarsa, zenginleşirse, öğrenilecek şey veya öğretmeye niyetli olarak karşınızdaki kişi, o derece bu işte yetkin olarak kabul ediliyor. Hatta öyle ki; bu konuda bir anekdot aktarayım. Çok önemli şeyleri ifade eden bir şey bu. Yine, böyle çok liberal bir grubun toplantısında konuşuyorduk, toplantıya gittiğim zaman baktım, konuşma sırası -burada böyle bir şey yok tabii, Zeka Vakfı’nda- profesor ile başlıyor, sonra doçent, sonra yardımcı doçent sonra da işte ben yer alıyordum. Hatta söz alınca da öyle dedim, bu çok tuhaf bir hiyerarşi, bu askeriye gibi bir şey, rütbe rütbe gidiyordu. Ve de liberal bir dünya görüşünü, bakış açısını tartışıyoruz, bunun içinde her şey var. O derece, aslında, toplum olarak da, içimize sinmiş, sevdiğimiz, hoşlandığımız bir şey. Bir anekdot daha aktarayım; Mehmet Ali Aybar’ı hatırlayanlarınız vardır, Türkiye İşçi Partisi’nin kurucusu ve milletvekili idi. 80’li yıllarda 80 yaşının üzerinde idi, İzmir’de bir toplantıya gelmişti. Baronun bir insan hakları toplantısına. Bizim gibi masada yerlerini almışlardı ve Mehmet Ali Aybar’ın önünde Doçent Doktor yazıyordu. Şimdi, böyle 30-40 yaşlarında insanlar da var önlerinde Profesör Doktor yazıyordu, Mehmet Ali Beyin önünde de Doçent Doktor yazıyordu. Mehmet Ali Bey de, nasıl bir dilekte bulundu, bilemiyorum, söze başlarken dedi ki “Bir açıklama yapmam lazım, salonda beni tanıyanlar tanır, fakat tanımayanlar şöyle düşünebilir “Adama bak bu yaşa gelmiş, halen doçentlikten ileri gidememiş‘ diye, o bakımdan düzeltiyorum ki, ben 1950’de doçentlikten ayrılmıştım” diye bir açıklama yaptı.
Şimdi, bu çok önemli bizim toplumda. Dikkat ederseniz, bütün gazetelerde falan hepsi sıraya dizilirler. Yani, bir demeç alınmışsa, bu demeç çok çeşitli konularda olabilir, her konuda biliyorsunuz uzman görüşü alınır ve uzman görüşleri de hep böyle profesör, doçent, yardımcı doçent... gibi bu şekilde aşağıya doğru ilerleyen bir çizgi izler. Tabii, biraz bunun da altında, ne kadar bizim bilgi konusunda, fikir konusunda titrlerin nasıl insanlara eşlik ettiği yolundaki kanaatimizi çok iyi açıklar. Hatta ben bu konuda hatırlıyorum, birkaç yıl önce, sadece biraz hinlik olsun diye, ‘Yardımcı Doçent Devlet Bahçeli” diye bir yazı yazdığımı da hatırlıyorum. Düşünebiliyor musunuz, gerçekten Devlet Bahçeli yardımcı doçent idi, fakat Devlet Bahçeli’nin önüne ‘Yrd.Doç’ unvanını koyduğunuz zaman, bütün büyü, bütün etrafındaki hava ‘tısss’ diye gidiyor “Aaa yardımcı doçent” diye çıkıyor. Bu tamamen bir ironi tabi.
Şimdi öğrenmeyi öğrenme, -Sayın Halman çok iyi söyledi- olumsuz olarak da okunabilir, bu tür okumalar da çok mümkün. Hatta bunu belki biraz tam lapsüs yorumlamamak lazım, ama ben bunun benzerini, 1983'te oğlumuz ilkokula başladığı gün duymuştum. Okula gittiği ilk gün, bir marş söylüyordu, öğretmen marşı: “Öğretmenim okut, öğret, beni var et” şeklinde. Oğlumuz bu ‘var et’i ‘kahret’ şeklinde söylüyordu; “Okut, öğret ve beni kahret” şeklinde söylüyordu. Biz önce anlamadık, baktım burada bir tuhaflık var, ‘kahret’ şeklinde çıktığını gördük ve sonunda eşimle birlikte demiştik ki işte bu Lapsüs. Cengiz’in yanında böyle konuşmak bize düşmez ama heralde Freud’un işaret ettiği, bu hiçbir zaman masum olmadığının altını on kere çizmiş olduğu ‘lapsüs’ bu olsa gerek. Evet “Öğretmenim okut, öğret, beni kahret”. Bu okulun çok güzel bir özetidir. Türkiye’de ki okulun hatta dünyadaki okulun da... Biraz genişletebiliriz. Fakat Türkiye’deki okulun çok iyi bir özetidir.
Bugün, tabii öğrenmeyi öğretme derken, biz okuldan söz edeceğiz; çünkü, biliyorsunuz, modern zamanlardan sonra, öğrenmenin tek bir adresi var ‘Okul’. Bütün sosyal tarihlerin yazdığı gibi, önceden okul yoktu. Bu çok önemli bir şey, -daha sonra konuya dönmek isterim-. Demek ki, okul tarihi bir kurum, tarihsel bir kurum, yani tarihin bir anında ortaya çıkmış bir kurum. Bu şu demek; peşinen söylemek gerek; bir anında ortaya çıktığına göre, bir anından sonra da olmayabilir; yani, bu bir bakıma, devlet gibi bir şey ve dolayısıyla, bizde hep söylerler ya “Türk Devleti ebediyen var olacaktır” diye. Bu çok saçma bir laf. Tarihsel hiçbir kurumun başına ‘ebediyen var olacaktır’ demek, zaten kendi içinde problemli, hatta çelişkili bir ifade.
Okuldan söz ediyoruz ki, okul öncesi çocuklar, yeni yetmeler, adölesanlar ve hatta gençlerin özel kapatıldıkları bir yer yoktu. Onlar yetişkinlerin yanında yetişirdi. Tabii ki, bir methiye bir zanaat öğrenebilmek için onlarla beraber yaşarlardı, fakat bir zaman geldi bu çocukları büyüklerin yanında...........................(ses kaybı) Biraz önce söylediğim söz neden olmasın bu şeye SANSÜR...ezeli Türk devletinden bahsederken yani... Öyle birşey olmamıştır inşallah, evet. Orta Doğu’ya medeni bir mekan diye geliyoruz.
Evet ve çocuklar nihayet bir yere toplandılar, okul diye. Orada bir şeyler öğretilmek üzere. Bunun tabii hikayesi çok uzun bir hikaye, buna girmeye niyetimiz de yok vaktimiz de. Bu okul önce papaz okullarıyla yerleşti, sonra Fransız İhtilali’nden sonra Cumhuriyet dediğimiz idare ve ona eşlik eden aydınlanma felsefesi, bu okulda inanılmaz bir organ, aygıt olarak görüldü. Aslında, bütün kendi amacını, felsefesini gerçekleştirebilecek tek araç olarak görüldü. Dolayısıyla, hep söyleriz ki, ‘Okulsuz cumhuriyet nesiz! bir şeye benzer’ artık gerisini siz getirin. Okulsuz bir Cumhuriyet tasavvur etmek mümkün değildir. Okul, Cumhuriyetin merkezinde olan kurumdur. Çünkü Cumhuriyet bütün ümidini okula bağlamıştır. Okulla büyüyecek, gelişecek ve sonunda her ne hal olacaksa, olacaktır.
Tabii, bu büyük bir ütopya. Bildiğiniz gibi, önce Avrupa’da başlayarak ve sonra diğer ülkelerde okulun hep böyle avlusu giderek genişledi. Ben bu avlunun genişlemesine de sempatiyle bakan birisi değilim. Çünkü, ne kadar çok genişlerse bu avlu ve hatta bütün ülkeye giderek ne kadar yayılırsa, o demektir ki, avlunun içerisindekiler hep birer öğrenci muamelesi görecektir. Onun için okulun avlusunun çok genişlemesine de o kadar taraftar olmamak lazım. Ve bu genişledi her yerde, 5 yıl, olmadı 12 yıl, olmadı 16 yıl, şimdi bize de geliyor, mümkünse, ileride belki 25 yaşına kadar, nasıl olsa işsizlik de olacak, mümkünse 30 yaşına kadar. Aslında, hoş bir proje; çünkü, 40 yaşına kadar insanları öğrenci yaparsanız, 40 yaşına kadar türban taktırmayabilirsiniz. Bu kadar kolay bir şey, yani öğrencilik yaşı uzadıkça, özgürlükten uzak kalmanın zamanı da o kadar uzar. O bakımdan, zaten biz de dikkat edecek olursanız, bu 12’nin asıl amacı da, zaten bu öğretim çarkını daha iyi işletmek veya öğrenciyi daha iyi eğitmek. Öğretmek değil. Mümkün olduğu kadar ortaya bu okul dolayısıyla bir problem çıkmış, bu problemi ortadan kaldırmak, 12’ye çıkardığınız zaman imam hatiplerin lisesi de ortadan kaldırılmış oluyor. Tam böyle bir hokus pokus işi, tam böyle bir majisyen durumu, sihirbazlık durumu bu derece yani. Şimdi, oysa, benim düşünceme göre, bu tarihin bir anında olan doğan okul, bana göre artık yavaş yavaş ortadan kalkmakta. Ben bunun -fütürist olmadığım için- ne zaman ve nasıl olacağını da bilemem ama çok uzak olmayan bir gelecekte, okul ortadan kalkacak. Bu apaçık görülüyor zaten; çünkü zaten bugün bile teknolojinin gelmiş olduğu seviyede, çocukları 5 yaşından alıp, lise sona kadar –orta öğretimi söyleyelim sadece- bir avlunun içinde bekletmek büyük bir ziyan, büyük bir israf. Çocukların o 7 yıl 9 yıl içinde öğrendikleri şeyleri, çocuklar bambaşka öğrenme ağlarıyla belki 2 senede halledecekler ve geri kalan 7 seneyi de çok bambaşka şeylerle uğraşarak, bilgilenerek veya kendilerini, ruhlarını, bedenlerini keşfetmeye çalışarak geçirecekler. Onun için ben okulun geleceğinin olmadığı düşüncesindeyim. Buna bir bakıma seviniyorum da, çünkü; Türkiye’de giderek kronikleşen sorunlarımızın -türban sorunu gibi- çözümü de, okulun ortadan kalkmasıyla sağlanacak. Yani okulda, türban takılsın mı takılmasın mı? meselesi okul ortadan kalktıktan sonra haliyle yok olmuş olacak; çünkü, okul olmayacak. Belki de, o zaman başka bir şey çıkabilir belki ama hiç değilse bu problemin radikal çözümü böyle olacak.
Okul, Türkiye’de büyük bir krizde, her zaman krizde. Okul, Türkiye’de yararından çok zararlı bir kurum. Çünkü, okul en başta kültür düşmanı yetiştiren bir makine. Şöyle hatırlayalım –hepimiz geçtik o sıralardan- ilkokulda ve orta öğrenimde edebiyat dersi görüp de, liseyi bitirdikten sonra edebiyattan zevk almak mümkün müdür? Böyle bir şey olabilir mi? Maazallah yani, “Edebiyat mı?” “Aman senin olsun, istemem”. Bu süreç içerisinde tarih okuyup da, tarihe ilgi duymak, tarihin hoş bir şey olduğuna, insanın kendisini de keşfetmesine yarayan bir alan olduğuna hiçbir çocuğu ikna etmek mümkün mü? Katiyen. Yani ‘Öğrenmek’, bir eziyete dönüştüğü için, ‘Öğrenmemek’, okul sonrası en hür olarak insanların yaşamayı seçtiği bir döneme gidiyor. Onun için okul çok zararlı. Okulun başka bir şeyi daha var çok önemli. Bir örnekten hareket edeyim. Mesela, geçen gün Konya’da bir milli eğitim müdürünün açıklaması, yırtmaçların çok uzun olduğu yönünde idi. O da, sanıyorum, baş örtüsünün yasaklanmasını hoş karşılamıyordu, bence baş örtüsünün acısını yırtmaçtan çıkarmaya çalışıyor. Şimdi, bu çok önemli bir husus. Ben de öğrencilik hayatımdan hatırlıyorum. Türkiye’de birçok şeyin tarihi yok, hiç değişmiyor. Şimdi, bu çok önemli; düşünün, özellikle benim yaşımda olanlarınız da var aranızda, okulun şöyle bir görevi olabilir mi; öğrencilere, o öğrencilerin hayatlarında buna en fazla ihtiyaçları olduğu bir dönemde, öğrencilerin özgüvenlerini yıkmak. Nasıl bir şey bu? Bu şöyle bir şey; mesela size hatırladığım liseyi söyleyeyim, biz şapka takardık zabıta gibi, kız öğrenciler de zabıta şapkası takardı. Niye takardık? Tabii, çirkinleşmek için. Kız öğrenciler nasıl giyinirdi, parlak siyah bir önlük, göğüsleri belli olmasın diye robadan bir önlük. Siyah çorap, o zaman naylon çorap da yoktu, kalın kadife çorap, saçlar yandan örülmüş, kaşınıza sakın dokunmayacaksınız, gözünüze dokunduğunuzu görmeyeceğim. Şimdi, böyle bir kız düşünün, 15 yaşında, aynanın karşısına geçmiş, bakıyor kendisine, ne bu böyle diyor, bir canavar. Okul, o yaştaki bir çocuğa bundan daha büyük kötülük yapamaz; çünkü, o çocuğun şuna ihtiyacı var, o yaşında en fazla; ben güzelim, ne kadar güzel gözlerim var, gözüm kötü olsa da ağzım güzel, saçlarım kötü ama kulağım iyi, bakışım güzel, saçımı şöyle yapınca, böyle oldu, kaşımı alınca, bayağı düzeldi. Kendisini güzel bulacaktır, kendisini beğenilir bulacaktır, sevilebilir bulacaktır. Kendine güveni o yaşta oluşacak ki, ondan sonraki bütün hayatı bu çizgiler ve bu kanaatler altında devam edebilsin. Fakat, okul ona ne yapıyor; okul ona diyor ki, “Hayır sen çirkinsin, bak aynaya, görüyor musun, bu sevilemez bir insan, bundan hiç kimse hoşlanamaz, hiç kimse aşık olamaz sana”. Ben bunun özellikle, bilinçli olarak yapıldığını sanmıyorum; ama, okul tarihi üzerinde bir şeyler karalamış bir insan olarak, şunu da biliyorum ki, bu masum bir şey de değil. Bu böyle okulun tarihi süzüle süzüle gelmiş ve insana, çocuğa özgüvenini, kendisini beğenmesini bu fasıl içinde vazgeçirmeye çalışan bir kurum. Çok şey var tabii özellikle Batı’ya geleceğim. Batı da kriz içinde, sadece Türkiye’de değil. Türkiye de daha o seviyeye gelmedik. 1983’te eğitim üzerine kitap yazdığımda, Fransa’da meslek okullarında öğrenciler kitapların üzerine işiyorlardı, hocaların önünde. Bugün, Fransa’da, özellikle, problemli mahallelerde, bir hoca bir öğrenciye “Ne yapıyorsun?” dediği zaman, çocuğun cevabı şu “Seni dışarıda ağabeyimle bekliyorum, çıkışta görüşürüz” şeklinde oluyor. İnanılmaz bir kriz. Herkes başını elleri arasına almış düşünüyor ve nasıl yapalım da, bu okulu kurtaralım diye; ama, ben baştan söyleyeyim; bunun düzelecek, reformu olacak bir hali yok. Bu kurum, bence vaktini doldurdu, başka bir öğrenme ağı bunun yerine geçecek, o da, o kadar uzak görünmüyor.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Çok teşekkür ederiz, ne kadar tatlı anlatıyorsunuz keşke benim öğretmenim olsaydınız.
İkinci konuşmacımız, Türkiye’nin çok iyi tanıdığı ve çok sevdiği bir yazar; Alev Alatlı. Alev alev bir yazar, ateş gibi bir aydın, eğitimi daha çok yurtdışında olmuş bir aydınımız. Bursla Amerika’ya gitmiş, arada kalkınma ve ekonomistlik üzerine üniversitede mastır yapmıştır ve nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmek amacıyla felsefeye geçmeye karar vermiş ve Amerika'da pozitifistlerle, Compte ekibiyle birlikte çalışmış. Türkiye'ye döndüğünde yaklaşık beş yıl semavi dinler ve İslâmiyet’le uğraşmış. 1968-1969 yılları arasında Birleşik Amerika’nın Maine Eyaletinde öğretim üyeliği yapmış, daha sonra İstanbul Üniversitesi’yle Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yapmış ve birçok üniversitelerde, Türkiye’de yürüttüğü bir psikolojik dil bilimi projesinin İstanbul ayağını üslenmiş. Cumhuriyet Gazetesiyle ortak “Bizim English” isminde Türkçe temelli bir öğretim dergisi çıkarmış. 1984 yılında ise, kendi deyimiyle eve kapanarak yazmaya başlamıştır. Ocak 1985’te çıkan “Yaseminler tüter mi hala!” Alatlı’nın basılan ilk romanıdır. Daha sonra Viva la Muerte “Yaşasın ölüm” “Orada kimse var mı?” dörtlüsüyle, “Kadere karşı koy anonim şirketi” ni yazmış, son kitabı “Kabus ve rüya”dır. Bilimi temel olan kitaplardır. Alev Alatlı’nın bunların dışında çeviri eserleri var. Şimdi bitirmek üzere olduğu bir dörtlemesi var.
Buyurun efendim.
ALEV ALATLI – Merhaba, iyi akşamlar.
Zeka’dan başlamak istiyorum. En temeline inerseniz fizyolojik bir olaydan bahsetmemiz gerekiyor. Beyinle ilgili olan bir şey, teorileri var, fizyologlar çalışıyor, psikologlar çalışıyor üzerinde nörologlar çalışıyor vs. ama, benim yakın zamanlarda –bu işin bu kısmının uzmanı tabii ki değilim- bildiğim ve anladığım bir tarafı var. Aslında, beyindeki nöronların iletimiyle ilişkili olan bir şey; yani, beyin yapısıyla ilgili olan bir şey, ne kadar hızlı bilginin gidip gelmesiyle çok yakın ilgisi var. Bunun altını çiziyorum, bunu önemsiyorum; çünkü, zeka, öyle görünüyor ki, çevresel faktörlerin dışında fıtrî olarak var. Yani Afrika’da A ve B’yi yan yana görmemiş bir insanda dahi, eğer, bu beyin altyapısı söz konusu ise, bir kere bir artıdan başlıyorsunuz demektir. Demek ki, şuradan başlayacak olan bir mesele bu. Çeşitleri de vardır. En kaba bağlamda IQ’yu bilmeyeniniz yoktur, ikinci bir şey daha çıktı EQ, bu şu; çevreyi algılamak, hissetmek, duygudaşlık geliştirmek ve son zamanlarda özellikle kuantum fiziğinin gündeme gelmesiyle birlikte SQ diye bir zeka çeşidi çıktı. Spiritual...bu batılî zeka anlamına geliyor. Bunun da ölçümleri var. Öyle olunca tek bir zeka yok. Bu söylediğim üç kategori içinde de kendi arasında çeşitlemeleri var; müzik gibi matematik gibi vesaire.
Bizim ülkemizde, zeka deyince, çoğu zaman aklımıza matematik oyunları gelir, matematik gelir. Bunun da nedeni bellidir, çünkü eksiğimiz olan bir konudur ve dolayısıyla biz de zeka; daha çok matematik, satranç gibi vesair konularda gündeme gelir, ama eksiğimizde buradadır. Öyle olunca da bunda da pek anlaşılmayacak bir şey yok.
Önemli olan olay şudur: Zeka kendi başına nedir, ne değildir, bu önem kazanıyor. Bu bir. İkincisi, eğitim sistemleri de önemli; çünkü, ne kadar iyi ölçersiniz ölçmezsiniz bütün bunları bir kenara koyuyorum, ama iyi ölçtüğünüzü de varsaysanız zekayı bir eğitim sistemini düzenlerken, hangi ölçekteki zekayı ortalama olarak alacaksınız, bu çok önemlidir; yani, dehalarla, geri zekaya yakın bir çan eğrisi düşünün, bu çan eğrisinin neresinde eğitim yapacaksınız ve hangi ölçüyü kabul edeceksiniz ve eğitimi nasıl düzenleyeceğiniz büyük önem kazanır. Çünkü eğer gerçekten, çok zeki bir çocuğu, içine fenalık getirecek kadar ağır bir eğitim sistemiyle karşı karşıya bırakırsanız, bu çocuk vazgeçecek, gidecektir. Nitekim, Einstein örneği filan sık sık verirler, adam başarılı olamamıştır, çünkü; sıkılmıştır.
Eğitim konusuna girdiğimiz zaman iki şey önemli oluyor. Birincisi, zeka ölçümünün adam gibi yapılması. Bu çok zor. Neden çok zor; Türkiye’de bir dil problemimiz var ve dil zeka ile içiçe olan bir nitelik. Şunu söyleyebilirim, Boğaziçi Üniversitesi 1970’li yıllarda bir zeka testi yapardı, 4 seçeneklidir ve ilginçtir, en iyi not alanlar, yani bu testten en iyi geçenler 11-12 civarında idi. -1970’lerden bahsediyorum, daha üniversite yeni kurulmuştu-. Dört seçenekli bir test düşünün, buraya bir maymunu koysanız, 25 yapması gerekir, istatistiki olarak, hayır 11 çıkardı. Peki, niye diye baktığımızda, burada şöyle bir şey görüyorsunuz, çünkü bu testler tercüme testlerdi. Ben şuna şahidim, mesela ‘ay mavi peynirden yapılmıştır’, deyim midir, mecaz mıdır vesaire gibi dört seçenek vardır. Bu doğrudan İngilizce’den tercümedir, böyle bir şey Türkçe’de yoktur. Öğrenci diyor ki, tamamen kafadan atıp, yüzde 25 olacakken, yarı zeka devreye girdiği için bu 11’e kadar düşmüştür. Demek ki, ülkedeki problemler şunlar: Zeka denilen meselenin çözümünün halledilmesi lazım, yani öğrencinin zekasını ölçmemiz lazım. Biz, bunu yaptıktan sonra, hangi gruba yöneleceğiz. Milli eğitim kitleler için yapılır, eğitim kitleleri için yapılır, büyük kitleler de -çok iyi bildiğiniz gibi- çan eğrisinin ortasına düşerler ve dolayısıyla verdiğiniz dersin, müfredatından tutun, kullandığınız kelimelere varıncaya kadar bir bütün olarak ele alınması gerekir.
Önemli bir mesele de şudur. Tabii, dilin üzerinde duruyorum. Dildir ki zekayı yorumlayan, dildir ki, zekayı ışıklandıran. Hal böyle olunca, ana dilde eğitim fevkalade büyük önem kazanır. Hiç kimse kendini kandırmasın, yabancı dilde eğitim, eşit zekada olan iki çocuğu ele alırsanız, yabancı dilde eğitim –yabancı dil öğretmekten bahsetmiyorum- zekanın potansiyelinin ortaya konmasını geciktiren eğitimdir. Çünkü, ana dilde bunu yaptığınız zaman, kelimelerin nüansları beyni zenginleştiren unsurlardır; dolayısıyla, Türkçe çok büyük önem kazanır, Türkiye’den bahsediyoruz. Mutlak bu meselenin üzerine gitmek gerekir. Dil bilimiyle uğraşmış bir insan olduğum için biliyorum. Araştırın bakın, göreceksiniz ki, ana dil dışında yapılan eğitimde zeka gerilemez, ama köhner, güdükleşir. Türkiye’de milli eğitim dediğiniz zaman, bunun bir çaresinin bulunması lazım.
Ezber eğitime geliyorum. Şimdi, yine kendimizi kandırmayalım. Bakın, semavi dinler, Ortodoks Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Hıristiyanları ele alayım, çünkü bizden daha eskiler. Ortodokslukta tefsir kapanmıştır. Bu kapandığı zaman, öğrenen insana, öğretileni tekrarlamaktan başka çare kalmaz. Ortodokslar bunu yaşadı, Müslümanlar da bunu yaşadılar. Çünkü, size birileri bu yorumu yapmıştır ve siz bunu bilip, en iyi şekilde kullanmakla yükümlüsünüz. Hal böyle olunca, Cumhuriyet okulları ezbercilik yapıyor meselesi değildir, bizim meselemiz başkadır. Bizim meselemiz, senelerden beri gelen bir tortudur ve bu tortu da zaten bize öğretildi ve ‘en iyisi budur’ alışkanlığı ile yetişiyor olmamızdır, kuşak üstüne kuşak böyle geliyor. Evlerde “Akıl yaşta değil baştadır”, “Büyük sözü dinlenir” filan, filan... Bunun altında yatan bizim bu geleneğimizdir. Elbette ki, Cumhuriyet okulları aydan gelmediler, burada okutulan hocalar da aynı geleneğin insanlarıydı. Dolayısıyla, aynı sistem diğer bilim dallarına da, coğrafyadan tarihe kadar, devam etti. Ama, olay, okulların kendisinden çok, bu kadim geleneğin sonucudur, buna dikkat etmemiz lazım.
Peki, işler nerede sıkışır? Şurada; özellikle, fen bilimlerinde. Fen bilimlerindeki hızı biliyorsunuz, nasıl bir artış olduğunu biliyorsunuz, her ay yeni bir şeyin keşfedildiği bir dünyada yaşarsanız, bir hocanın size dikte ettirdiği nesneyle yetinemezsiniz, bu açıktır. Dolayısıyla, her bir öğrencinin, soru soracak hale gelmesi lazım. Peki, bu sadece psikolojik bir olay mıdır? Hayır, merak uyandırmanız lazım. Bu işin başı sonu meraktır. Öğrenciye soru sorduracak ‘merak’. Her şeyin cevabı bir öğrenciye veriliyorsa, o zaman uzun boylu merak bekleyemezsiniz. Merak kendi kendine olan bir şey değildir. Buluşlar da kendi kendine olmaz. Tesadüfî değildir radarın İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında bulunması gibi. Bir hedefiniz vardır ve hedefinize gidersiniz.
Öte yandan, Sayın Bumin’e asla katılmıyorum, okullar meselesine katılmıyorum. Bir okulun iyi bir okul olmaması, okulu ortadan kaldırılarak çözülmez, okulu iyileştirilerek çözülür. Geldiğimiz noktada, Türkiye’de gelir dağılımı sıkıntısının hepimiz ne olduğunu biliyoruz, daha vahim bir şey var: eğitim dağılımı sıkıntısı. Elifi görse mertek zannedecek adamla birlikte birinci sınıf bilgisayar uzmanı yan yana, aynı çatı altında olan bir ülkede yaşıyoruz. Bu çok büyük uçurumdur ve bu uçurumları eğitim sisteminden başka hiçbir şey çözemez. Rasyonel otorite diye bir şey vardır, bir kavram vardır. Maalesef, bilgi genler vasıtasıyla geçmez. Mavi göz geçer, sarı saç geçer, ama bilgi geçmez. Dolayısıyla, her doğan çocuk, bundan 10 bin yıl önceki atası gibidir, bomboş ve her doğan çocukta siz prosesi tekrarlamak zorundasınız. Tekrar tekrar öğreteceksiniz ve bu mutlaka bir öğretmenle olacak iştir. Ancak, rasyonel otorite denilen şey, öğrencinin öğretmen kadar öğrendiği zaman kendi kendine düşen otoritedir. O yüzden rasyonel derler. İrasyonel otorite nedir; çocuğun kafasına vurarak bir şey öğretmektir ki, bu zaten söz konusu olamaz.
Bu işi yakından takip eden bir insan olarak söylüyorum; Amerika olsun, İngiltere olsun, lütfen onların milli eğitim bakanlıklarının sitelerine girin ve adamların problemlerini görün. Şöyle bir mesele ortaya çıkıyor; neo-liberal düzen ve liberalizm. Demokrasi paradigması çerçevesinde bilenle bilmeyeni aynı tartıya getirmekle tehdit ediyor dünyayı bugün. Bu ülkelerde, gelişmiş ülkeler oldukları için söylüyorum, hocaların, öğretmenlerin otoritesinin hızla zayıfladığı, fakat bununla birlikte bir büyük bilgi kaybının olduğu konuşuluyor. Türkiye’de korktuğum bir şey var. Yine, bu liberal paradigma altında eğitim yürütülmektedir. Sen kim oluyorsun tavrını getirir, benim düşüncem senin düşüncen kadar iyidir tavrını getirir, ama, maalesef, kazın ayağı böyle değil; bilmeyenin düşüncesi, bilenin düşüncesi gibi de değil. Eğer, işi bu tarafa sokarsanız şayet; işlemeyen makineler, elektrik tellerindeki kayıp, işlemeyen sigortalar –tamamen fen bilimlerinden bahsediyorum- ve muhasebeciler ki, bunun altını çizerek söylüyorum, muhasebecilerden oluşmuş iktisatçılar ordusu görebilirsiniz. Hayır, eğitimde kalite diye bir şey vardır. Türkiye şu anda, her şeyi bırakıp, bununla uğraşmak zorundadır, hiç unutmayalım, bir ülkenin gençleri girdi olduğu kadar çıktı da olur. Asset olduğu kadar liability de olur ve Türkiye’de bugün nüfusun yüzde 70’i, 30 yaşının altındadır.
Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Çok teşekkürler Alev Alatlı.
Şimdiki konuşmacımız, Prof. Dr. Cengiz Güleç. Kendisi Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı üniversitenin Psikiyatri Bölümü’nde 1976 yılında uzman olduktan sonra 1976-1978 yılları arasında Fransız Hükümeti’nin burslusu olarak Paris’e gitmiş ve 15 ay süreyle çalışmalar yapmıştır. Yurda döndükten sonra 1982 yılında Hacettepe Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda doçent olmuş, 1988 yılında da profesörlüğe atanmıştır. Sonra aynı ana bilim dalında başkanlık yapmış, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurulu üyeliğini 1999’a kadar sürdürmüştür. Tıp Fakültesi öğrencilik yıllarında aynı üniversitenin Felsefe Bölümü’nden lisans sertifikası, 1985-1988 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal, Kültürel Antropoloji bilim uzmanı mastır derecesi almıştır. 1999 Nisan seçimlerinde DSP Sivas milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiş, sonra yine akademik hayata dönmüştür, kendisini kutluyoruz.
CENGİZ GÜLEÇ – Sayın Başkan, değerli konuklar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. İnanılmaz müeddep, terbiyeli bir toplumuz biz, biliyor musunuz? Toplum olarak muti, itaate çok yatkın, alışkın olduğumuz da bilinen bir gerçek. Hem Kürşat’ın hem Alev hanım’ın konuşmaları sırasında mikrofon patlıyordu, bekledim bir uyarı gelir diye ama olmadı. Şimdi efendim bu daveti alınca, davetin arkasındaki kurum, vakıf ve onun başkanı, sevgili dostum, kardeşim ve aynı zamanda aynı partide siyasi mücadele yaptığımız Emrehan’ı duyunca hayır demek mümkün değil tabii, böyle bir çağrıya; ama, tabii, bu kombinasyon nasıl tasarlandı, yani gördüğünüz gibi 4 değişik anlayıştaki dostlar ve Allah’tan her birimizi de anlayıp ortada tutabilecek akîl bir kişi olarak da üstadı görüyorsunuz.
Henüz profesyonel felsefeci Akın’ı dinlemedik ama, her dördümüzün de hatta üstadı da katarsak, beşimizin de felsefeye ilgi duyduğumuz bir gerçek. Öyle olunca da her tür bilgi diye sunulanı sorgulama adeti olan insanlarız. İçimizde en anarşizan eğilimli olan Kürşat ki, benim 40 yıllık arkadaşım, hiç değişmedi çok şükür, o heyecanına bayılıyorum, bu devlet tehlikelidir, kötüdür, ondan sonra askerlik, militarizm denildiğinde 40 yıldır tüyleri diken diken olur, kaldırılmalıdır, ‘okul’ zaten görüyorsunuz, görüldüğü yerde ezilmelidir... (Alkışlar) Hayır niye alkışladığınızı anlamadım, daha Kürşat’ı tanıtıyorum üstelik çoğuna da katılıyorum. Yani Kürşat’ı anlatmakta amacım şu: Kürşat tipi aydın benim gözümde gerçek bir aydındır. Karşılıklı övgüler gibi anlamayın, -ama yıllardır da görmedim, ilk defa böyle bir platformda beraber oluyoruz- ama bir tip, prototip olarak anlatmak isterim. Çünkü; gördünüz, yaklaşımını anladınız. Bu size, tribünlere bir oynama değil, Kürşat böyle bir adam. Aşağı yukarı da 40 yıldır böyle...
KÜRŞAT BUMİN – Çok özel bir vaka gibi anlatıyorsun; doktor vakaları gibi...niye böyle anlatıyor söyleyeyim, ben onu tanıdığım zaman psikiatri profesörü değildi ve anti-psikiatrinin çok yaman bir militanıydı.
CENGİZ GÜLEÇ – Evet, doğru.
KÜRŞAT BUMİN – O da değişti.
CENGİZ GÜLEÇ – Eski solcular yaşlanınca, sosyal demokrat oluyor. Bizimki de anti psikiyatriden, yavaş yavaş psikiyatrinin de bir değer olduğunu kavramaya başladı; ama, bir alanda gerçekten yaratıcı, özgün olmak iddiasında iseniz, mutlaka o alanın resmi paradigması, resmi söylemini sorgulayan bir tarzınız olması gerek. Bu anlamda anticiliği -anarşizm- çok yaratıcı buluyorum. Gerçekten de bu radikal, çok kökten gelen ve insanı böyle sarsan, -itici bile bulduğunuzu zaman zaman düşünebilirsiniz- görüşlere Türkiye’de çok ihtiyaç var. Böyle insanların hem düşünme özgürlüğünü -ki beyinin içindeki süreçleri kimse engelleyemez gayet tabii ki ama burada kastedilen ‘ifade’. Düşünce özgürlüğü, ifade edilemeyen düşünceden bana ne. İfade edilen ve örgütlenebilen; dolayısıyla, aykırı, sıra dışı, sorgulayan, zaman zaman tahripkâr gibi, böyle geleneksel normları, alışageldiğiniz anlayışları, böyle biraz kökten silkeleyen tavırlar ve kişilerle karşılaşmayı nedense çok istemeyiz. Her birimizin içerisinde böyle uysal, statükocu, düzeni koruyalım, aman sarsılmasın, bozulmasın eğilimi baskın bir eğilimdir; yani, bunu niye anlatıyorum uzun uzun; çünkü, konuya gireceğim de ondan. Her tür otoritenin, üstelik kerameti de kendinden menkul ise, her tür otoritenin sorgulanmasını ben çok sağlıklı buluyorum. Kişi olarak da sağlıklı buluyorum ve böyle bireylerden oluşmuş toplumu da, toplumsal yapıyı da sağlıklı bir toplum diye adlandırıyorum. Sorgulayan, kuşkuyla soru soran, hemen itaat etmeyen ve biraz da mizaha yatkın, muzip, her şeyle biraz da dalga geçebilen, -işte Kürşat gördüğünüz gibi çok da dalga geçer- ama bunun bir iç bütünlüğü ve tutarlılığı, sürekliliği olduğu için benim gözümde değerli; yani, parça parça şu görüşü, bu görüşü bir tarafa.
Şimdi, burada, bana başlık başlangıçta çok bir şey ifade etmemişti; ama, sonra düşününce çok anlamlı geldi. Bunu bir hatırlatalım. Bence bütün söyleyeceğimizi de özetliyor zaten. Öğrenme: Öğretmekten geriye mütevazı bir çekiliş. Bir kere bu mütevazı çekilişe kim razı olabilir, öğretme statüsüne, gücüne, erkine sahip ve bununla yaşayan öğreticilerin ve eğiticilerin böyle bir anlayışa varması, erişmesi acaba mümkün mü? Bir anlamda eğiticilere ve öğreticilere ontolojik bir sorudur bu. Kendi varoluşumuzu ve varlık nedeninizi lütfen sorgulayın. Buna tutunmayın, bununla şişinmeyin, egonuz ve benliğiniz bu statüde, yani öğretme işlemiyle ve işleviyle sınırlı kalmamalı gibi burada bir direktif var, bir dilek, aynı zamanda bir direktif. Ama, bana çok anlamlı geliyor doğrusu ve gerçekten de tartışmayı özetliyor.
Bu bana göre, çağdaş bir buyruk, Kant’ın emparatifleri vardır ya, şöyle ol ya da öyle davran ki, sana da bilmem nasıl davranılsın şeklinde; yani, iyi bir öğrenme, nasıl olmalı?: öğreticinin, öğretmekten vazgeçmesi durumuyla mümkün. Peki, burada bir paradoks var gördüğünüz gibi; yani, hem öğretici olarak varolacaksınız; ama, öğretmekten vazgeçeceksiniz. Kendi varlık şartınızı yadsıyacaksınız, inkâr edeceksiniz. Bu nasıl mümkün, bütün numarada bu paradoksta zaten. Derler ya ‘şeyh uçmaz, müridleri uçurur’... ‘bilge ne menem bir insandır?’ diye sorsanız, kendine sorsanız zaten hiçbir şekilde tarif edemez de hatta anekdot katalım, Doğunun malum bilgelik dolu öyküleri çok yaygındır ya, Doğu mistik öğretilerinde daha da yaygın. Böyle bir şeyi ben çok severim ve çok yerde de anlattım ve burada yeri geldi gibime geliyor.
Ünlü üç bilgin, zamanında Bağdat’ta bir araya gelirler; günlerce süren muhabbetten sonra halvet olurlar ve fark ederler ki, kendilerinden daha üstün bir bilge zat daha var, o da Semerkant’ta oturuyor, haber alırlar ve o bilge zatı ziyarete karar verirler, günlerce hazırlık yapılır ve yola çıkılır. Yola çıkarken de bir rehber ve katırcı bulurlar. Süklüm büklüm, böyle mazlum görünümlü bir katırcı rehber, günlerce yol gider kervan ve aralarında da o bitmeyen, tükenmeyen muhabbet de sürer yolculuk boyunca ve sonunda amaca vasıl olurlar ve zatın huzuruna kabul edilecekleri zaman, o muhterem zat, bu bilginleri bekliyor, haberdar; ama, onları sanki görmezden gelircesine, gidip o katırcıya müthiş bir gayet mültefit bir şekilde bir tutum sergiler ve ona çok büyük bir saygı duyar. Onun üzerine bilginler çok şaşırır, katırcı da çok teeddüp eder, utanır ve mahcup da bir adamcağız. Sonra bu üç bilgin bundan çok etkilenirler ve dönüşte derler ki, bizi bağışla ey efendi, biz senin ne menem bir insan olduğunu, değerini fark edemedik deyince, “hayır, ben sadece bir katırcıyım, sadece bir rehberim, o kadar” der; yani, o bile, düşünün en büyük bilgenin hürmet ettiği kişi, kendi özelliğini, sahip olduğu birtakım değer ve erdemlerin çok da fazla farkında değildir. Değer ve erdem yüklülük, ne kadar sergileniyorsa... Ne kadar farkındalık? Bunu yaşama ve tadını çıkarma tarzında bir tutumla ortaya çıktığında da onlar uzaklaşıyor. Aynı şey öğretmenler için de geçerli. Öğretme meselesi için de geçerli. Ne kadar öğreticiliğe tutuluyorsanız, öğreticilik sizin varlık şartınız ise, siz iyi bir öğretmen değilsiniz, olamazsınız ve böyle bir alış verişin içerisinde da kalıcı, sağlıklı bir öğrenme mümkün olamaz.
Şimdi bunu biraz daha genişletelim, gördüğünüz gibi bu bir kültür ve kişilikle çok bağlantılı konu; yani, çağdaş eğitim kuramları bize dese ki, en iyi öğrenme, -burada söylendiği gibi- etkileşimle öğrenmedir. İşte diyalog ile öğrenmedir; yani Sokrates’in o meşhur diyalektiği var ya, öğrencileriyle birlikte soru sorması, Sokrates hiçbir zaman cevapları vermiyor, sadece sorular soruyor, soru sormayı teşvik ederek, kendi sorularını bir şekilde ilerletme, daha doğrusu kendi cevaplarını tartıştırarak bir anlamda, belirli bir doğruya doğru onları götürme. Yoksa, kendi bildiği doğruları aktarma değil, iyi bir eğitici, öğretici olarak Sokrates pekala güzel bir model. Sanki insanlık tarihi yıllar sonra eğitimde bu modeli keşfetmiş gibi. Biz de galiba Sokrates’i yeniden keşfediyoruz. Halbuki, kadim kültürlerin çoğunda olan da bundan farklı bir şey değildir. Tabii, eğitim, öğrenim gibi kavramları eş anlamlı gibi kullanıyoruz. Biraz karışıklık da oradan çıkıyor galiba ama demek istediğim, eğitici ve öğreticinin öğretme erki ve öğretmeyi bir meslek olarak görmek. -Hani vardır ya memurun yapması gereken rutin işler neyse-, Öğretmen de aşağı yukarı işini böyle yapmaya başladığı andan itibaren orada bir öğrenme ortamı söz konusu değildir. Öğrenme; bir ortam, bir çevre ve o ortamın da en asli öğesi öğrencidir. Öğrenci eski deyimiyle talebedir. Ben talebeyi daha doğru buluyorum. Nedir talebe; talep eden kişidir. Öğrencide böyle bir şey yok. Adı üstünde, pasif bir konumda, o orada duracak, öğretmen aktif, o, ona aktaracak. Tabii, sadece bilgiyi aktarmakla kalmıyor, orada bir terbiye ve başka bir şey daha cereyan ediyor. Öyle bir ilişki ki, bu, sadece alan veren meselesi değil; çünkü, burada çok daha duyguların, kişiliğin hatta bir grup dinamiği dediğiniz, grubun içinde olduğuna göre öğrenme, çoğu defa -teke tek değil öğrenme- ekonomik değil en azından ve gruplar halinde yapıldığı düşünülürse, grup dinamiği ve o grubun içinde yer aldığı fiziksel mekan, işte diğer araçlarla birlikte çok canlı bir ortam. Bu canlı ortamın kurgulanması, yaratılması, o ortamın gerçekten de eğitici, öğretici bir nitelik taşıması, çok fazla düşünülen bir şey değildir.
Psikiyatri kurumlarında bir dönem, 1940’lı yıllarda, anti psikiyatrinin orada çok büyük bir payı vardır, akıl hastanelerini veya psikiyatrik kliniklerini çok kritik etmeye başladılar, yani çok ideal, iyi yetişmiş psikiyatristler olabilir, fevkalade kemoterapi, müthiş ilaçlarınız olabilir, teknik bir sürü başka donanıma da sahip olabilirsiniz, hastaların kaldığı klinik öyle bir biçimde dizayn edilmiştir ki..., buna terapatik milieu diyorlar; yani, ortamın kendisi tedavi edici bir nitelik taşıyor. Bu ne demektir; psikiyatriste bir üstünlük atfeden, yani tedavideki en üst hiyerarşi ki, -orada da vardır- tedavi kurumlarında da hiyerarşik bir yapı vardır. Belli bir ölçüde de bunu anlamak mümkün, gereklidir de; ama, özellikle, hiyerarşik yerde, otoriter hiyerarşik yapı kurulduğu sürece, o ortam, dediğim gibi bir sürü mükemmel şeylere sahip bile olsa, terapatik değildir, tedavi edici değildir; tam tersi bile üstelik mümkündür. Hospitalizm dediğimiz hastane sendromu ki, hele birazcık uzunca bir süre tuttuysanız, asıl rahatsızlığına ilave belki ondan daha da ağır ve önemli bir başka şey eklenir. Bu ortamın yarattığı olumsuz bir şeydir.
Aynı şey -bence- eğitim ortamı için de geçerlidir. Eğitim ortamını, eğitici bir türe, niteliğe büründürmek, dönüştürmek gerekir. Bu sadece fiziksel mekanı değil, eğitici ve öğreticinin tutum ve değerlerini de bu anlamda değiştirmek anlamına geliyor.
Ben, öyle zannediyorum ki, bu direktifin yani biz bu rolümüzden mütevazı bir şekilde çekilelim, bu öğrenme sadece öğretici olarak bana bağlı bir şey değildir. Bunu talep edenle kurduğum ilişkiye bağlı bir şeydir. Bunu görebilmek için benim bir hayli, her öğreticinin bir bilge olmasını istemek gibi bir şeydir. Olgun ve gerçekten de kişilik anlamında model olabilecek, örnek olabilecek bir tarz gerektiriyor. İşte, böyle bir eğitim ortamı ve böyle bir öğrenme biçimi ve böyle bir eğitici öğretici Türkiye’de mümkün olabilir mi? İşte, bu konuda çok ciddi kuşkularım var. Bunun neden kolay kolay mümkün olamayacağına dair öngörüşlerimi daha sonra söyleyeceğim. Bu bir anlamda da toplumsal kişilik yapımızla ilgili de bir tür değerlendirme ve kritik olacaktır.
Teşekkür ederim.
DEVAMI VAR