Öğrenme: Öğretmekten Geriye Mütevazı Bir Çekiliş

A Çevrimdışı

adana

New member
Öğrenme: Öğretmekten Geriye Mütevazı Bir Çekiliş

Prof.Dr.Talât Sait HALMAN BİLKENT ÜNİVERSİTESİ TÜRK EDEBİYATI BÖLÜM BAŞKANI*
Alev ALATLI YAZAR*
Prof.Dr.Cengiz GÜLEÇ PSİKİYATRİST, ANTROPOLOG*
Kürşat BUMİN GAZETECİ YAZAR*
Prof.Dr.Akın ERGÜDEN ODTÜ FELSEFE BÖLÜMÜ*

TALÂT SAİT HALMAN (Oturum Başkanı) – “Öğrenmeyi öğrenme” oturumuna hoş geldiniz. Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik’e ve Türkiye Zeka Vakfı Başkanı Sayın Emrehan Halıcı’ya şahsım ve arkadaşlarım adına çok teşekkür ederiz.

Beni neden bu kongreye çağırdılar bilemiyorum çünkü ben doğma-büyüme katıksız bir laz’ım. Diyorlar ki laz’larda zeka yoktur, ben buraya zeka nedir öğrenmeye geldim. Onun için değerli konuşmacıları büyük bir merakla dinleyeceğim. Ve isterdim ki Sayın Emrehan Halıcı konuşsun da ben de ‘zeka nasıl olur’ göreyim. Bu son derece yararlı ve eminim başarılı olacak olan bir kongre. Bunun için hem sayın Milli Eğitim Bakanı Doç.Dr. Hüseyin Çelik’i hem de bu Vakfı yaratan, yürüten ve bu etkinliği düzenleyen sayın Emrehan Halıcı’yı yürekten kutluyorum. Emeği geçenleri de yürekten kutlamak istiyorum.

Oturumumuzun başlığı, bildiğiniz gibi “Öğrenmeyi Öğrenme”. Ben yine -laz’lığım dolayısıyla mazur görün- bunu ‘Öğrenmeyi ÖĞRENME!’ diye okudum; yani olumsuz emir kipi olarak. Bizim eski milli eğitim sistemimiz genellikle böyleydi; yani ‘öğrenme’ değil de ÖĞRENME! diye bize kesin bir komut verdi. Yani eğitimimiz çok uzun süre öğrenme!, düşünme!, sorma!, eleştirme!, yorumlama! gibi telkinler ve emirlerle yürütüldü.

Ama, bazı olumlu emirlerde vardı: Ezberle!, Suskun Kal!, Papağan Ol!, Hocanın Söylediğini Hocaya Tekrar Et!, Sınavda Sadece Hocanın Derste Söylediklerini Yaz ve Hocanın Okumanızı İstediği Kitapları Oku!, Onların Dışına Çıkma!, Hiçbir Şekilde Soru Sorma!, Hiçbir Gerçeği Sorgulama!, Hep Kabul Et!, Sineye Çek!, Ezberle!, Düşünmeden İçine Sindir! gibi; ama, bundan 25 yüzyıl önce Heraklitüs’un söylediği gibi “Edinilen nice bilgiler insana zeka sağlamaz”.

Bu toplantıda, sanırım şunu da konuşacağız: Nice zekalar bilgi edinemez aynı zamanda; onun için bizim erişmemiz gereken sentez, zekanın, aklın, bilginin, her şeyin birleşmesi ve ortaya total bir insan çıkarılmasıdır. Her türlü zekaya ihtiyacımız var. Ben şuna da üzülüyorum doğrusu; biz, zeka dediğimiz zaman, Arapça’dan aldığımız bu kelimeyi kullandığımız zaman, sadece birinci anlamını düşünüyoruz. O anlam, işte hepimizin bildiği zeki olmak gibi; ama, Arapça’da zekanın bir ikinci anlamı da var, yani artırma, büyüme, gelişme, zekayla ilerleme ve bu arada erdem, dürüstlük, doğruluk, adalet gibi kavramlar da zeka teriminde var. Bana öyle geliyor ki, zeka üzerinde dururken etik üzerinde de durmak zorundayız, adalet kavramı üzerinde de durmak zorundayız ve bütün bunların ötesinde bence soru sormayı öğrenmek zorundayız. Bizim sistemimizde çok uzun yıllar soru sorulmazdı, hâlâ da sorulmuyor. Evlerimizde bile, ailelerde bile “söz büyüğün, su küçüğün”. Bence Türkçe’nin en yanlış, en sapık atasözlerinden biridir, o kavramı derhal ortadan kaldırmalıyız; ama, birçok hocalar, öğretmenler, bu kavramı sınıfa da taşımışlardır. Kimse el kaldırıp da cesaret edip soru sorumaz.

Ben, Bilkent’te ilk dersimi 1996’da verdim ve üniversite öğrencilerine ders anlatırken, ben anlattıktan sonra dersi nasıl yöneteceğimi, çok soru sorulacağını, eleştiri yapılacağını, gerekirse beni de eleştirmelerini istediğimi söylediğim zaman, öğrencilerden biri elini kaldırdı “Biz, bütün öğretim sistemimiz boyunca böyle şeylere alışmadık, siz bize söyleyin, biz yazalım, dikte verin, sonra sınavda aynı şeyleri yazarız” dedi. O sınıfın 65 öğrencisi vardı, bu huydan vazgeçirinceye kadar akla karayı seçtim.

Çok alıştık apodiktik düşünceye, yani; yalnız bizim düşündüğümüzün doğru olmasına, onun dışında başka alternatifleri kabul etmemeye, bundan kurtulmak, Türk kültürünün, Türk yaratıcı eylemlerinin, Türk sanatının baş görevi olmalıdır. Tabii, bu da eğitimden başlar. Daha ilkokulun ilk sınıfından başlar, evden adeta doğumdan başlar, yoksa özgür ve özgün düşünceyi çıkaramayacağız. Bence zekanın önemli bir işlevi kuşkudur, kuşkulayarak birçok şeyleri sorgulamaktır. Hani “Cogito ergo sum” diyorlar ben onu “Dubito ergo sum” diye değiştiriyorum yani kuşkulanıyorum, kuşku duyuyorum, onun için varım düşüncesinden hareket ediyorum.

Bu konuda, burada, çok yetkili kişiler bizlere konuşmalar yapacaklar. İki şekilde yapacağız; önce Kürşat Bumin, Alev Alatlı, Prof.Dr.Cengiz Güleç ve Prof.Dr.Akın Ergüden kısa birer konuşma yapacaklar. Ne yazık ki yarım saat geç başladık, onun için vaktimiz daralmış olacak. Ama ikinci bir sefer daha konuşacaklar, o zaman da ters sırayla gideceğiz. Size mümkün olduğu kadar soru sormak, bize itiraz edebilmeniz için vakit bırakacağız.

Birinci konuşmacımız, Sayın Kürşat Bumin; Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nden mezun olmuştur. 1972-1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesine ilişkin çalışmalar yapmıştır. ‘Sivil toplum ve devlet’ isimli çalışmasıyla 1982 yılında YAZKO İnceleme Özendirme ödülünü almıştır. Sonraki kitapları arasında ‘Demokrasi Arayışında Kent’ var, bundan başka ‘Medyakronik’, ‘Otoriter ideoloji’ ve ‘Hukuksuzluğun günlüğü’ isimli kitapları var. Kendisi İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve 1997 yılından beri Yeni Şafak Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Galiba ilk kitabınız önemli bir kitaptır ve doğrudan doğruya bu konuyla ilgilidir.

Buyurun efendim.

KÜRŞAT BUMİN – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

Aslında burada önce bir düzeltme yapacağım, Bana gelen programda ismimin karşısında Profesör Doktor vardı. Oysa ben düzenleyici arkadaşlara yazılmamasını söylemiştim ama yine o şekilde programa kondu. Tabii bunu espri olarak söylüyorum ama bu çok karşılaştığımız birşey ‘titr’ meselesi. Ben epeyce karşılaştım, benim yaşıma, durumuma bakanlar “Olsa olsa bu adamın Profesör olması lazım” diye düşünüyorlar. Hatta şöyle olaylar da yaşadım. Yine böyle bir toplantı için davet aldığım zaman görevli olan arkadaş “Profesör yazacağız değil mi Kürşat bey” dedi “Hayır” dedim, “Doçent mi yazıyoruz” dedi, “Yok” dedim, O zaman “Doktor mu yazıyoruz?” dedi, “Hayır” dedim. “Nesiniz” dedi. Nesiniz deyince ben de “ben de sizin gibi bir Adem oğluyum” dedim. Bunu şunun için söylüyorum; bu bizim konumuzla da çok ilgili bir şey, yani bir otorite. Yani yanındaki titrler ne kadar artarsa, zenginleşirse, öğrenilecek şey veya öğretmeye niyetli olarak karşınızdaki kişi, o derece bu işte yetkin olarak kabul ediliyor. Hatta öyle ki; bu konuda bir anekdot aktarayım. Çok önemli şeyleri ifade eden bir şey bu. Yine, böyle çok liberal bir grubun toplantısında konuşuyorduk, toplantıya gittiğim zaman baktım, konuşma sırası -burada böyle bir şey yok tabii, Zeka Vakfı’nda- profesor ile başlıyor, sonra doçent, sonra yardımcı doçent sonra da işte ben yer alıyordum. Hatta söz alınca da öyle dedim, bu çok tuhaf bir hiyerarşi, bu askeriye gibi bir şey, rütbe rütbe gidiyordu. Ve de liberal bir dünya görüşünü, bakış açısını tartışıyoruz, bunun içinde her şey var. O derece, aslında, toplum olarak da, içimize sinmiş, sevdiğimiz, hoşlandığımız bir şey. Bir anekdot daha aktarayım; Mehmet Ali Aybar’ı hatırlayanlarınız vardır, Türkiye İşçi Partisi’nin kurucusu ve milletvekili idi. 80’li yıllarda 80 yaşının üzerinde idi, İzmir’de bir toplantıya gelmişti. Baronun bir insan hakları toplantısına. Bizim gibi masada yerlerini almışlardı ve Mehmet Ali Aybar’ın önünde Doçent Doktor yazıyordu. Şimdi, böyle 30-40 yaşlarında insanlar da var önlerinde Profesör Doktor yazıyordu, Mehmet Ali Beyin önünde de Doçent Doktor yazıyordu. Mehmet Ali Bey de, nasıl bir dilekte bulundu, bilemiyorum, söze başlarken dedi ki “Bir açıklama yapmam lazım, salonda beni tanıyanlar tanır, fakat tanımayanlar şöyle düşünebilir “Adama bak bu yaşa gelmiş, halen doçentlikten ileri gidememiş‘ diye, o bakımdan düzeltiyorum ki, ben 1950’de doçentlikten ayrılmıştım” diye bir açıklama yaptı.

Şimdi, bu çok önemli bizim toplumda. Dikkat ederseniz, bütün gazetelerde falan hepsi sıraya dizilirler. Yani, bir demeç alınmışsa, bu demeç çok çeşitli konularda olabilir, her konuda biliyorsunuz uzman görüşü alınır ve uzman görüşleri de hep böyle profesör, doçent, yardımcı doçent... gibi bu şekilde aşağıya doğru ilerleyen bir çizgi izler. Tabii, biraz bunun da altında, ne kadar bizim bilgi konusunda, fikir konusunda titrlerin nasıl insanlara eşlik ettiği yolundaki kanaatimizi çok iyi açıklar. Hatta ben bu konuda hatırlıyorum, birkaç yıl önce, sadece biraz hinlik olsun diye, ‘Yardımcı Doçent Devlet Bahçeli” diye bir yazı yazdığımı da hatırlıyorum. Düşünebiliyor musunuz, gerçekten Devlet Bahçeli yardımcı doçent idi, fakat Devlet Bahçeli’nin önüne ‘Yrd.Doç’ unvanını koyduğunuz zaman, bütün büyü, bütün etrafındaki hava ‘tısss’ diye gidiyor “Aaa yardımcı doçent” diye çıkıyor. Bu tamamen bir ironi tabi.

Şimdi öğrenmeyi öğrenme, -Sayın Halman çok iyi söyledi- olumsuz olarak da okunabilir, bu tür okumalar da çok mümkün. Hatta bunu belki biraz tam lapsüs yorumlamamak lazım, ama ben bunun benzerini, 1983'te oğlumuz ilkokula başladığı gün duymuştum. Okula gittiği ilk gün, bir marş söylüyordu, öğretmen marşı: “Öğretmenim okut, öğret, beni var et” şeklinde. Oğlumuz bu ‘var et’i ‘kahret’ şeklinde söylüyordu; “Okut, öğret ve beni kahret” şeklinde söylüyordu. Biz önce anlamadık, baktım burada bir tuhaflık var, ‘kahret’ şeklinde çıktığını gördük ve sonunda eşimle birlikte demiştik ki işte bu Lapsüs. Cengiz’in yanında böyle konuşmak bize düşmez ama heralde Freud’un işaret ettiği, bu hiçbir zaman masum olmadığının altını on kere çizmiş olduğu ‘lapsüs’ bu olsa gerek. Evet “Öğretmenim okut, öğret, beni kahret”. Bu okulun çok güzel bir özetidir. Türkiye’de ki okulun hatta dünyadaki okulun da... Biraz genişletebiliriz. Fakat Türkiye’deki okulun çok iyi bir özetidir.

Bugün, tabii öğrenmeyi öğretme derken, biz okuldan söz edeceğiz; çünkü, biliyorsunuz, modern zamanlardan sonra, öğrenmenin tek bir adresi var ‘Okul’. Bütün sosyal tarihlerin yazdığı gibi, önceden okul yoktu. Bu çok önemli bir şey, -daha sonra konuya dönmek isterim-. Demek ki, okul tarihi bir kurum, tarihsel bir kurum, yani tarihin bir anında ortaya çıkmış bir kurum. Bu şu demek; peşinen söylemek gerek; bir anında ortaya çıktığına göre, bir anından sonra da olmayabilir; yani, bu bir bakıma, devlet gibi bir şey ve dolayısıyla, bizde hep söylerler ya “Türk Devleti ebediyen var olacaktır” diye. Bu çok saçma bir laf. Tarihsel hiçbir kurumun başına ‘ebediyen var olacaktır’ demek, zaten kendi içinde problemli, hatta çelişkili bir ifade.

Okuldan söz ediyoruz ki, okul öncesi çocuklar, yeni yetmeler, adölesanlar ve hatta gençlerin özel kapatıldıkları bir yer yoktu. Onlar yetişkinlerin yanında yetişirdi. Tabii ki, bir methiye bir zanaat öğrenebilmek için onlarla beraber yaşarlardı, fakat bir zaman geldi bu çocukları büyüklerin yanında...........................(ses kaybı) Biraz önce söylediğim söz neden olmasın bu şeye SANSÜR...ezeli Türk devletinden bahsederken yani... Öyle birşey olmamıştır inşallah, evet. Orta Doğu’ya medeni bir mekan diye geliyoruz.

Evet ve çocuklar nihayet bir yere toplandılar, okul diye. Orada bir şeyler öğretilmek üzere. Bunun tabii hikayesi çok uzun bir hikaye, buna girmeye niyetimiz de yok vaktimiz de. Bu okul önce papaz okullarıyla yerleşti, sonra Fransız İhtilali’nden sonra Cumhuriyet dediğimiz idare ve ona eşlik eden aydınlanma felsefesi, bu okulda inanılmaz bir organ, aygıt olarak görüldü. Aslında, bütün kendi amacını, felsefesini gerçekleştirebilecek tek araç olarak görüldü. Dolayısıyla, hep söyleriz ki, ‘Okulsuz cumhuriyet nesiz! bir şeye benzer’ artık gerisini siz getirin. Okulsuz bir Cumhuriyet tasavvur etmek mümkün değildir. Okul, Cumhuriyetin merkezinde olan kurumdur. Çünkü Cumhuriyet bütün ümidini okula bağlamıştır. Okulla büyüyecek, gelişecek ve sonunda her ne hal olacaksa, olacaktır.

Tabii, bu büyük bir ütopya. Bildiğiniz gibi, önce Avrupa’da başlayarak ve sonra diğer ülkelerde okulun hep böyle avlusu giderek genişledi. Ben bu avlunun genişlemesine de sempatiyle bakan birisi değilim. Çünkü, ne kadar çok genişlerse bu avlu ve hatta bütün ülkeye giderek ne kadar yayılırsa, o demektir ki, avlunun içerisindekiler hep birer öğrenci muamelesi görecektir. Onun için okulun avlusunun çok genişlemesine de o kadar taraftar olmamak lazım. Ve bu genişledi her yerde, 5 yıl, olmadı 12 yıl, olmadı 16 yıl, şimdi bize de geliyor, mümkünse, ileride belki 25 yaşına kadar, nasıl olsa işsizlik de olacak, mümkünse 30 yaşına kadar. Aslında, hoş bir proje; çünkü, 40 yaşına kadar insanları öğrenci yaparsanız, 40 yaşına kadar türban taktırmayabilirsiniz. Bu kadar kolay bir şey, yani öğrencilik yaşı uzadıkça, özgürlükten uzak kalmanın zamanı da o kadar uzar. O bakımdan, zaten biz de dikkat edecek olursanız, bu 12’nin asıl amacı da, zaten bu öğretim çarkını daha iyi işletmek veya öğrenciyi daha iyi eğitmek. Öğretmek değil. Mümkün olduğu kadar ortaya bu okul dolayısıyla bir problem çıkmış, bu problemi ortadan kaldırmak, 12’ye çıkardığınız zaman imam hatiplerin lisesi de ortadan kaldırılmış oluyor. Tam böyle bir hokus pokus işi, tam böyle bir majisyen durumu, sihirbazlık durumu bu derece yani. Şimdi, oysa, benim düşünceme göre, bu tarihin bir anında olan doğan okul, bana göre artık yavaş yavaş ortadan kalkmakta. Ben bunun -fütürist olmadığım için- ne zaman ve nasıl olacağını da bilemem ama çok uzak olmayan bir gelecekte, okul ortadan kalkacak. Bu apaçık görülüyor zaten; çünkü zaten bugün bile teknolojinin gelmiş olduğu seviyede, çocukları 5 yaşından alıp, lise sona kadar –orta öğretimi söyleyelim sadece- bir avlunun içinde bekletmek büyük bir ziyan, büyük bir israf. Çocukların o 7 yıl 9 yıl içinde öğrendikleri şeyleri, çocuklar bambaşka öğrenme ağlarıyla belki 2 senede halledecekler ve geri kalan 7 seneyi de çok bambaşka şeylerle uğraşarak, bilgilenerek veya kendilerini, ruhlarını, bedenlerini keşfetmeye çalışarak geçirecekler. Onun için ben okulun geleceğinin olmadığı düşüncesindeyim. Buna bir bakıma seviniyorum da, çünkü; Türkiye’de giderek kronikleşen sorunlarımızın -türban sorunu gibi- çözümü de, okulun ortadan kalkmasıyla sağlanacak. Yani okulda, türban takılsın mı takılmasın mı? meselesi okul ortadan kalktıktan sonra haliyle yok olmuş olacak; çünkü, okul olmayacak. Belki de, o zaman başka bir şey çıkabilir belki ama hiç değilse bu problemin radikal çözümü böyle olacak.

Okul, Türkiye’de büyük bir krizde, her zaman krizde. Okul, Türkiye’de yararından çok zararlı bir kurum. Çünkü, okul en başta kültür düşmanı yetiştiren bir makine. Şöyle hatırlayalım –hepimiz geçtik o sıralardan- ilkokulda ve orta öğrenimde edebiyat dersi görüp de, liseyi bitirdikten sonra edebiyattan zevk almak mümkün müdür? Böyle bir şey olabilir mi? Maazallah yani, “Edebiyat mı?” “Aman senin olsun, istemem”. Bu süreç içerisinde tarih okuyup da, tarihe ilgi duymak, tarihin hoş bir şey olduğuna, insanın kendisini de keşfetmesine yarayan bir alan olduğuna hiçbir çocuğu ikna etmek mümkün mü? Katiyen. Yani ‘Öğrenmek’, bir eziyete dönüştüğü için, ‘Öğrenmemek’, okul sonrası en hür olarak insanların yaşamayı seçtiği bir döneme gidiyor. Onun için okul çok zararlı. Okulun başka bir şeyi daha var çok önemli. Bir örnekten hareket edeyim. Mesela, geçen gün Konya’da bir milli eğitim müdürünün açıklaması, yırtmaçların çok uzun olduğu yönünde idi. O da, sanıyorum, baş örtüsünün yasaklanmasını hoş karşılamıyordu, bence baş örtüsünün acısını yırtmaçtan çıkarmaya çalışıyor. Şimdi, bu çok önemli bir husus. Ben de öğrencilik hayatımdan hatırlıyorum. Türkiye’de birçok şeyin tarihi yok, hiç değişmiyor. Şimdi, bu çok önemli; düşünün, özellikle benim yaşımda olanlarınız da var aranızda, okulun şöyle bir görevi olabilir mi; öğrencilere, o öğrencilerin hayatlarında buna en fazla ihtiyaçları olduğu bir dönemde, öğrencilerin özgüvenlerini yıkmak. Nasıl bir şey bu? Bu şöyle bir şey; mesela size hatırladığım liseyi söyleyeyim, biz şapka takardık zabıta gibi, kız öğrenciler de zabıta şapkası takardı. Niye takardık? Tabii, çirkinleşmek için. Kız öğrenciler nasıl giyinirdi, parlak siyah bir önlük, göğüsleri belli olmasın diye robadan bir önlük. Siyah çorap, o zaman naylon çorap da yoktu, kalın kadife çorap, saçlar yandan örülmüş, kaşınıza sakın dokunmayacaksınız, gözünüze dokunduğunuzu görmeyeceğim. Şimdi, böyle bir kız düşünün, 15 yaşında, aynanın karşısına geçmiş, bakıyor kendisine, ne bu böyle diyor, bir canavar. Okul, o yaştaki bir çocuğa bundan daha büyük kötülük yapamaz; çünkü, o çocuğun şuna ihtiyacı var, o yaşında en fazla; ben güzelim, ne kadar güzel gözlerim var, gözüm kötü olsa da ağzım güzel, saçlarım kötü ama kulağım iyi, bakışım güzel, saçımı şöyle yapınca, böyle oldu, kaşımı alınca, bayağı düzeldi. Kendisini güzel bulacaktır, kendisini beğenilir bulacaktır, sevilebilir bulacaktır. Kendine güveni o yaşta oluşacak ki, ondan sonraki bütün hayatı bu çizgiler ve bu kanaatler altında devam edebilsin. Fakat, okul ona ne yapıyor; okul ona diyor ki, “Hayır sen çirkinsin, bak aynaya, görüyor musun, bu sevilemez bir insan, bundan hiç kimse hoşlanamaz, hiç kimse aşık olamaz sana”. Ben bunun özellikle, bilinçli olarak yapıldığını sanmıyorum; ama, okul tarihi üzerinde bir şeyler karalamış bir insan olarak, şunu da biliyorum ki, bu masum bir şey de değil. Bu böyle okulun tarihi süzüle süzüle gelmiş ve insana, çocuğa özgüvenini, kendisini beğenmesini bu fasıl içinde vazgeçirmeye çalışan bir kurum. Çok şey var tabii özellikle Batı’ya geleceğim. Batı da kriz içinde, sadece Türkiye’de değil. Türkiye de daha o seviyeye gelmedik. 1983’te eğitim üzerine kitap yazdığımda, Fransa’da meslek okullarında öğrenciler kitapların üzerine işiyorlardı, hocaların önünde. Bugün, Fransa’da, özellikle, problemli mahallelerde, bir hoca bir öğrenciye “Ne yapıyorsun?” dediği zaman, çocuğun cevabı şu “Seni dışarıda ağabeyimle bekliyorum, çıkışta görüşürüz” şeklinde oluyor. İnanılmaz bir kriz. Herkes başını elleri arasına almış düşünüyor ve nasıl yapalım da, bu okulu kurtaralım diye; ama, ben baştan söyleyeyim; bunun düzelecek, reformu olacak bir hali yok. Bu kurum, bence vaktini doldurdu, başka bir öğrenme ağı bunun yerine geçecek, o da, o kadar uzak görünmüyor.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Çok teşekkür ederiz, ne kadar tatlı anlatıyorsunuz keşke benim öğretmenim olsaydınız.

İkinci konuşmacımız, Türkiye’nin çok iyi tanıdığı ve çok sevdiği bir yazar; Alev Alatlı. Alev alev bir yazar, ateş gibi bir aydın, eğitimi daha çok yurtdışında olmuş bir aydınımız. Bursla Amerika’ya gitmiş, arada kalkınma ve ekonomistlik üzerine üniversitede mastır yapmıştır ve nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmek amacıyla felsefeye geçmeye karar vermiş ve Amerika'da pozitifistlerle, Compte ekibiyle birlikte çalışmış. Türkiye'ye döndüğünde yaklaşık beş yıl semavi dinler ve İslâmiyet’le uğraşmış. 1968-1969 yılları arasında Birleşik Amerika’nın Maine Eyaletinde öğretim üyeliği yapmış, daha sonra İstanbul Üniversitesi’yle Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yapmış ve birçok üniversitelerde, Türkiye’de yürüttüğü bir psikolojik dil bilimi projesinin İstanbul ayağını üslenmiş. Cumhuriyet Gazetesiyle ortak “Bizim English” isminde Türkçe temelli bir öğretim dergisi çıkarmış. 1984 yılında ise, kendi deyimiyle eve kapanarak yazmaya başlamıştır. Ocak 1985’te çıkan “Yaseminler tüter mi hala!” Alatlı’nın basılan ilk romanıdır. Daha sonra Viva la Muerte “Yaşasın ölüm” “Orada kimse var mı?” dörtlüsüyle, “Kadere karşı koy anonim şirketi” ni yazmış, son kitabı “Kabus ve rüya”dır. Bilimi temel olan kitaplardır. Alev Alatlı’nın bunların dışında çeviri eserleri var. Şimdi bitirmek üzere olduğu bir dörtlemesi var.

Buyurun efendim.

ALEV ALATLI – Merhaba, iyi akşamlar.

Zeka’dan başlamak istiyorum. En temeline inerseniz fizyolojik bir olaydan bahsetmemiz gerekiyor. Beyinle ilgili olan bir şey, teorileri var, fizyologlar çalışıyor, psikologlar çalışıyor üzerinde nörologlar çalışıyor vs. ama, benim yakın zamanlarda –bu işin bu kısmının uzmanı tabii ki değilim- bildiğim ve anladığım bir tarafı var. Aslında, beyindeki nöronların iletimiyle ilişkili olan bir şey; yani, beyin yapısıyla ilgili olan bir şey, ne kadar hızlı bilginin gidip gelmesiyle çok yakın ilgisi var. Bunun altını çiziyorum, bunu önemsiyorum; çünkü, zeka, öyle görünüyor ki, çevresel faktörlerin dışında fıtrî olarak var. Yani Afrika’da A ve B’yi yan yana görmemiş bir insanda dahi, eğer, bu beyin altyapısı söz konusu ise, bir kere bir artıdan başlıyorsunuz demektir. Demek ki, şuradan başlayacak olan bir mesele bu. Çeşitleri de vardır. En kaba bağlamda IQ’yu bilmeyeniniz yoktur, ikinci bir şey daha çıktı EQ, bu şu; çevreyi algılamak, hissetmek, duygudaşlık geliştirmek ve son zamanlarda özellikle kuantum fiziğinin gündeme gelmesiyle birlikte SQ diye bir zeka çeşidi çıktı. Spiritual...bu batılî zeka anlamına geliyor. Bunun da ölçümleri var. Öyle olunca tek bir zeka yok. Bu söylediğim üç kategori içinde de kendi arasında çeşitlemeleri var; müzik gibi matematik gibi vesaire.

Bizim ülkemizde, zeka deyince, çoğu zaman aklımıza matematik oyunları gelir, matematik gelir. Bunun da nedeni bellidir, çünkü eksiğimiz olan bir konudur ve dolayısıyla biz de zeka; daha çok matematik, satranç gibi vesair konularda gündeme gelir, ama eksiğimizde buradadır. Öyle olunca da bunda da pek anlaşılmayacak bir şey yok.

Önemli olan olay şudur: Zeka kendi başına nedir, ne değildir, bu önem kazanıyor. Bu bir. İkincisi, eğitim sistemleri de önemli; çünkü, ne kadar iyi ölçersiniz ölçmezsiniz bütün bunları bir kenara koyuyorum, ama iyi ölçtüğünüzü de varsaysanız zekayı bir eğitim sistemini düzenlerken, hangi ölçekteki zekayı ortalama olarak alacaksınız, bu çok önemlidir; yani, dehalarla, geri zekaya yakın bir çan eğrisi düşünün, bu çan eğrisinin neresinde eğitim yapacaksınız ve hangi ölçüyü kabul edeceksiniz ve eğitimi nasıl düzenleyeceğiniz büyük önem kazanır. Çünkü eğer gerçekten, çok zeki bir çocuğu, içine fenalık getirecek kadar ağır bir eğitim sistemiyle karşı karşıya bırakırsanız, bu çocuk vazgeçecek, gidecektir. Nitekim, Einstein örneği filan sık sık verirler, adam başarılı olamamıştır, çünkü; sıkılmıştır.

Eğitim konusuna girdiğimiz zaman iki şey önemli oluyor. Birincisi, zeka ölçümünün adam gibi yapılması. Bu çok zor. Neden çok zor; Türkiye’de bir dil problemimiz var ve dil zeka ile içiçe olan bir nitelik. Şunu söyleyebilirim, Boğaziçi Üniversitesi 1970’li yıllarda bir zeka testi yapardı, 4 seçeneklidir ve ilginçtir, en iyi not alanlar, yani bu testten en iyi geçenler 11-12 civarında idi. -1970’lerden bahsediyorum, daha üniversite yeni kurulmuştu-. Dört seçenekli bir test düşünün, buraya bir maymunu koysanız, 25 yapması gerekir, istatistiki olarak, hayır 11 çıkardı. Peki, niye diye baktığımızda, burada şöyle bir şey görüyorsunuz, çünkü bu testler tercüme testlerdi. Ben şuna şahidim, mesela ‘ay mavi peynirden yapılmıştır’, deyim midir, mecaz mıdır vesaire gibi dört seçenek vardır. Bu doğrudan İngilizce’den tercümedir, böyle bir şey Türkçe’de yoktur. Öğrenci diyor ki, tamamen kafadan atıp, yüzde 25 olacakken, yarı zeka devreye girdiği için bu 11’e kadar düşmüştür. Demek ki, ülkedeki problemler şunlar: Zeka denilen meselenin çözümünün halledilmesi lazım, yani öğrencinin zekasını ölçmemiz lazım. Biz, bunu yaptıktan sonra, hangi gruba yöneleceğiz. Milli eğitim kitleler için yapılır, eğitim kitleleri için yapılır, büyük kitleler de -çok iyi bildiğiniz gibi- çan eğrisinin ortasına düşerler ve dolayısıyla verdiğiniz dersin, müfredatından tutun, kullandığınız kelimelere varıncaya kadar bir bütün olarak ele alınması gerekir.

Önemli bir mesele de şudur. Tabii, dilin üzerinde duruyorum. Dildir ki zekayı yorumlayan, dildir ki, zekayı ışıklandıran. Hal böyle olunca, ana dilde eğitim fevkalade büyük önem kazanır. Hiç kimse kendini kandırmasın, yabancı dilde eğitim, eşit zekada olan iki çocuğu ele alırsanız, yabancı dilde eğitim –yabancı dil öğretmekten bahsetmiyorum- zekanın potansiyelinin ortaya konmasını geciktiren eğitimdir. Çünkü, ana dilde bunu yaptığınız zaman, kelimelerin nüansları beyni zenginleştiren unsurlardır; dolayısıyla, Türkçe çok büyük önem kazanır, Türkiye’den bahsediyoruz. Mutlak bu meselenin üzerine gitmek gerekir. Dil bilimiyle uğraşmış bir insan olduğum için biliyorum. Araştırın bakın, göreceksiniz ki, ana dil dışında yapılan eğitimde zeka gerilemez, ama köhner, güdükleşir. Türkiye’de milli eğitim dediğiniz zaman, bunun bir çaresinin bulunması lazım.

Ezber eğitime geliyorum. Şimdi, yine kendimizi kandırmayalım. Bakın, semavi dinler, Ortodoks Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Hıristiyanları ele alayım, çünkü bizden daha eskiler. Ortodokslukta tefsir kapanmıştır. Bu kapandığı zaman, öğrenen insana, öğretileni tekrarlamaktan başka çare kalmaz. Ortodokslar bunu yaşadı, Müslümanlar da bunu yaşadılar. Çünkü, size birileri bu yorumu yapmıştır ve siz bunu bilip, en iyi şekilde kullanmakla yükümlüsünüz. Hal böyle olunca, Cumhuriyet okulları ezbercilik yapıyor meselesi değildir, bizim meselemiz başkadır. Bizim meselemiz, senelerden beri gelen bir tortudur ve bu tortu da zaten bize öğretildi ve ‘en iyisi budur’ alışkanlığı ile yetişiyor olmamızdır, kuşak üstüne kuşak böyle geliyor. Evlerde “Akıl yaşta değil baştadır”, “Büyük sözü dinlenir” filan, filan... Bunun altında yatan bizim bu geleneğimizdir. Elbette ki, Cumhuriyet okulları aydan gelmediler, burada okutulan hocalar da aynı geleneğin insanlarıydı. Dolayısıyla, aynı sistem diğer bilim dallarına da, coğrafyadan tarihe kadar, devam etti. Ama, olay, okulların kendisinden çok, bu kadim geleneğin sonucudur, buna dikkat etmemiz lazım.

Peki, işler nerede sıkışır? Şurada; özellikle, fen bilimlerinde. Fen bilimlerindeki hızı biliyorsunuz, nasıl bir artış olduğunu biliyorsunuz, her ay yeni bir şeyin keşfedildiği bir dünyada yaşarsanız, bir hocanın size dikte ettirdiği nesneyle yetinemezsiniz, bu açıktır. Dolayısıyla, her bir öğrencinin, soru soracak hale gelmesi lazım. Peki, bu sadece psikolojik bir olay mıdır? Hayır, merak uyandırmanız lazım. Bu işin başı sonu meraktır. Öğrenciye soru sorduracak ‘merak’. Her şeyin cevabı bir öğrenciye veriliyorsa, o zaman uzun boylu merak bekleyemezsiniz. Merak kendi kendine olan bir şey değildir. Buluşlar da kendi kendine olmaz. Tesadüfî değildir radarın İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında bulunması gibi. Bir hedefiniz vardır ve hedefinize gidersiniz.

Öte yandan, Sayın Bumin’e asla katılmıyorum, okullar meselesine katılmıyorum. Bir okulun iyi bir okul olmaması, okulu ortadan kaldırılarak çözülmez, okulu iyileştirilerek çözülür. Geldiğimiz noktada, Türkiye’de gelir dağılımı sıkıntısının hepimiz ne olduğunu biliyoruz, daha vahim bir şey var: eğitim dağılımı sıkıntısı. Elifi görse mertek zannedecek adamla birlikte birinci sınıf bilgisayar uzmanı yan yana, aynı çatı altında olan bir ülkede yaşıyoruz. Bu çok büyük uçurumdur ve bu uçurumları eğitim sisteminden başka hiçbir şey çözemez. Rasyonel otorite diye bir şey vardır, bir kavram vardır. Maalesef, bilgi genler vasıtasıyla geçmez. Mavi göz geçer, sarı saç geçer, ama bilgi geçmez. Dolayısıyla, her doğan çocuk, bundan 10 bin yıl önceki atası gibidir, bomboş ve her doğan çocukta siz prosesi tekrarlamak zorundasınız. Tekrar tekrar öğreteceksiniz ve bu mutlaka bir öğretmenle olacak iştir. Ancak, rasyonel otorite denilen şey, öğrencinin öğretmen kadar öğrendiği zaman kendi kendine düşen otoritedir. O yüzden rasyonel derler. İrasyonel otorite nedir; çocuğun kafasına vurarak bir şey öğretmektir ki, bu zaten söz konusu olamaz.

Bu işi yakından takip eden bir insan olarak söylüyorum; Amerika olsun, İngiltere olsun, lütfen onların milli eğitim bakanlıklarının sitelerine girin ve adamların problemlerini görün. Şöyle bir mesele ortaya çıkıyor; neo-liberal düzen ve liberalizm. Demokrasi paradigması çerçevesinde bilenle bilmeyeni aynı tartıya getirmekle tehdit ediyor dünyayı bugün. Bu ülkelerde, gelişmiş ülkeler oldukları için söylüyorum, hocaların, öğretmenlerin otoritesinin hızla zayıfladığı, fakat bununla birlikte bir büyük bilgi kaybının olduğu konuşuluyor. Türkiye’de korktuğum bir şey var. Yine, bu liberal paradigma altında eğitim yürütülmektedir. Sen kim oluyorsun tavrını getirir, benim düşüncem senin düşüncen kadar iyidir tavrını getirir, ama, maalesef, kazın ayağı böyle değil; bilmeyenin düşüncesi, bilenin düşüncesi gibi de değil. Eğer, işi bu tarafa sokarsanız şayet; işlemeyen makineler, elektrik tellerindeki kayıp, işlemeyen sigortalar –tamamen fen bilimlerinden bahsediyorum- ve muhasebeciler ki, bunun altını çizerek söylüyorum, muhasebecilerden oluşmuş iktisatçılar ordusu görebilirsiniz. Hayır, eğitimde kalite diye bir şey vardır. Türkiye şu anda, her şeyi bırakıp, bununla uğraşmak zorundadır, hiç unutmayalım, bir ülkenin gençleri girdi olduğu kadar çıktı da olur. Asset olduğu kadar liability de olur ve Türkiye’de bugün nüfusun yüzde 70’i, 30 yaşının altındadır.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Çok teşekkürler Alev Alatlı.

Şimdiki konuşmacımız, Prof. Dr. Cengiz Güleç. Kendisi Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı üniversitenin Psikiyatri Bölümü’nde 1976 yılında uzman olduktan sonra 1976-1978 yılları arasında Fransız Hükümeti’nin burslusu olarak Paris’e gitmiş ve 15 ay süreyle çalışmalar yapmıştır. Yurda döndükten sonra 1982 yılında Hacettepe Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda doçent olmuş, 1988 yılında da profesörlüğe atanmıştır. Sonra aynı ana bilim dalında başkanlık yapmış, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurulu üyeliğini 1999’a kadar sürdürmüştür. Tıp Fakültesi öğrencilik yıllarında aynı üniversitenin Felsefe Bölümü’nden lisans sertifikası, 1985-1988 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal, Kültürel Antropoloji bilim uzmanı mastır derecesi almıştır. 1999 Nisan seçimlerinde DSP Sivas milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiş, sonra yine akademik hayata dönmüştür, kendisini kutluyoruz.

CENGİZ GÜLEÇ – Sayın Başkan, değerli konuklar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. İnanılmaz müeddep, terbiyeli bir toplumuz biz, biliyor musunuz? Toplum olarak muti, itaate çok yatkın, alışkın olduğumuz da bilinen bir gerçek. Hem Kürşat’ın hem Alev hanım’ın konuşmaları sırasında mikrofon patlıyordu, bekledim bir uyarı gelir diye ama olmadı. Şimdi efendim bu daveti alınca, davetin arkasındaki kurum, vakıf ve onun başkanı, sevgili dostum, kardeşim ve aynı zamanda aynı partide siyasi mücadele yaptığımız Emrehan’ı duyunca hayır demek mümkün değil tabii, böyle bir çağrıya; ama, tabii, bu kombinasyon nasıl tasarlandı, yani gördüğünüz gibi 4 değişik anlayıştaki dostlar ve Allah’tan her birimizi de anlayıp ortada tutabilecek akîl bir kişi olarak da üstadı görüyorsunuz.

Henüz profesyonel felsefeci Akın’ı dinlemedik ama, her dördümüzün de hatta üstadı da katarsak, beşimizin de felsefeye ilgi duyduğumuz bir gerçek. Öyle olunca da her tür bilgi diye sunulanı sorgulama adeti olan insanlarız. İçimizde en anarşizan eğilimli olan Kürşat ki, benim 40 yıllık arkadaşım, hiç değişmedi çok şükür, o heyecanına bayılıyorum, bu devlet tehlikelidir, kötüdür, ondan sonra askerlik, militarizm denildiğinde 40 yıldır tüyleri diken diken olur, kaldırılmalıdır, ‘okul’ zaten görüyorsunuz, görüldüğü yerde ezilmelidir... (Alkışlar) Hayır niye alkışladığınızı anlamadım, daha Kürşat’ı tanıtıyorum üstelik çoğuna da katılıyorum. Yani Kürşat’ı anlatmakta amacım şu: Kürşat tipi aydın benim gözümde gerçek bir aydındır. Karşılıklı övgüler gibi anlamayın, -ama yıllardır da görmedim, ilk defa böyle bir platformda beraber oluyoruz- ama bir tip, prototip olarak anlatmak isterim. Çünkü; gördünüz, yaklaşımını anladınız. Bu size, tribünlere bir oynama değil, Kürşat böyle bir adam. Aşağı yukarı da 40 yıldır böyle...

KÜRŞAT BUMİN – Çok özel bir vaka gibi anlatıyorsun; doktor vakaları gibi...niye böyle anlatıyor söyleyeyim, ben onu tanıdığım zaman psikiatri profesörü değildi ve anti-psikiatrinin çok yaman bir militanıydı.

CENGİZ GÜLEÇ – Evet, doğru.

KÜRŞAT BUMİN – O da değişti.

CENGİZ GÜLEÇ – Eski solcular yaşlanınca, sosyal demokrat oluyor. Bizimki de anti psikiyatriden, yavaş yavaş psikiyatrinin de bir değer olduğunu kavramaya başladı; ama, bir alanda gerçekten yaratıcı, özgün olmak iddiasında iseniz, mutlaka o alanın resmi paradigması, resmi söylemini sorgulayan bir tarzınız olması gerek. Bu anlamda anticiliği -anarşizm- çok yaratıcı buluyorum. Gerçekten de bu radikal, çok kökten gelen ve insanı böyle sarsan, -itici bile bulduğunuzu zaman zaman düşünebilirsiniz- görüşlere Türkiye’de çok ihtiyaç var. Böyle insanların hem düşünme özgürlüğünü -ki beyinin içindeki süreçleri kimse engelleyemez gayet tabii ki ama burada kastedilen ‘ifade’. Düşünce özgürlüğü, ifade edilemeyen düşünceden bana ne. İfade edilen ve örgütlenebilen; dolayısıyla, aykırı, sıra dışı, sorgulayan, zaman zaman tahripkâr gibi, böyle geleneksel normları, alışageldiğiniz anlayışları, böyle biraz kökten silkeleyen tavırlar ve kişilerle karşılaşmayı nedense çok istemeyiz. Her birimizin içerisinde böyle uysal, statükocu, düzeni koruyalım, aman sarsılmasın, bozulmasın eğilimi baskın bir eğilimdir; yani, bunu niye anlatıyorum uzun uzun; çünkü, konuya gireceğim de ondan. Her tür otoritenin, üstelik kerameti de kendinden menkul ise, her tür otoritenin sorgulanmasını ben çok sağlıklı buluyorum. Kişi olarak da sağlıklı buluyorum ve böyle bireylerden oluşmuş toplumu da, toplumsal yapıyı da sağlıklı bir toplum diye adlandırıyorum. Sorgulayan, kuşkuyla soru soran, hemen itaat etmeyen ve biraz da mizaha yatkın, muzip, her şeyle biraz da dalga geçebilen, -işte Kürşat gördüğünüz gibi çok da dalga geçer- ama bunun bir iç bütünlüğü ve tutarlılığı, sürekliliği olduğu için benim gözümde değerli; yani, parça parça şu görüşü, bu görüşü bir tarafa.

Şimdi, burada, bana başlık başlangıçta çok bir şey ifade etmemişti; ama, sonra düşününce çok anlamlı geldi. Bunu bir hatırlatalım. Bence bütün söyleyeceğimizi de özetliyor zaten. Öğrenme: Öğretmekten geriye mütevazı bir çekiliş. Bir kere bu mütevazı çekilişe kim razı olabilir, öğretme statüsüne, gücüne, erkine sahip ve bununla yaşayan öğreticilerin ve eğiticilerin böyle bir anlayışa varması, erişmesi acaba mümkün mü? Bir anlamda eğiticilere ve öğreticilere ontolojik bir sorudur bu. Kendi varoluşumuzu ve varlık nedeninizi lütfen sorgulayın. Buna tutunmayın, bununla şişinmeyin, egonuz ve benliğiniz bu statüde, yani öğretme işlemiyle ve işleviyle sınırlı kalmamalı gibi burada bir direktif var, bir dilek, aynı zamanda bir direktif. Ama, bana çok anlamlı geliyor doğrusu ve gerçekten de tartışmayı özetliyor.

Bu bana göre, çağdaş bir buyruk, Kant’ın emparatifleri vardır ya, şöyle ol ya da öyle davran ki, sana da bilmem nasıl davranılsın şeklinde; yani, iyi bir öğrenme, nasıl olmalı?: öğreticinin, öğretmekten vazgeçmesi durumuyla mümkün. Peki, burada bir paradoks var gördüğünüz gibi; yani, hem öğretici olarak varolacaksınız; ama, öğretmekten vazgeçeceksiniz. Kendi varlık şartınızı yadsıyacaksınız, inkâr edeceksiniz. Bu nasıl mümkün, bütün numarada bu paradoksta zaten. Derler ya ‘şeyh uçmaz, müridleri uçurur’... ‘bilge ne menem bir insandır?’ diye sorsanız, kendine sorsanız zaten hiçbir şekilde tarif edemez de hatta anekdot katalım, Doğunun malum bilgelik dolu öyküleri çok yaygındır ya, Doğu mistik öğretilerinde daha da yaygın. Böyle bir şeyi ben çok severim ve çok yerde de anlattım ve burada yeri geldi gibime geliyor.

Ünlü üç bilgin, zamanında Bağdat’ta bir araya gelirler; günlerce süren muhabbetten sonra halvet olurlar ve fark ederler ki, kendilerinden daha üstün bir bilge zat daha var, o da Semerkant’ta oturuyor, haber alırlar ve o bilge zatı ziyarete karar verirler, günlerce hazırlık yapılır ve yola çıkılır. Yola çıkarken de bir rehber ve katırcı bulurlar. Süklüm büklüm, böyle mazlum görünümlü bir katırcı rehber, günlerce yol gider kervan ve aralarında da o bitmeyen, tükenmeyen muhabbet de sürer yolculuk boyunca ve sonunda amaca vasıl olurlar ve zatın huzuruna kabul edilecekleri zaman, o muhterem zat, bu bilginleri bekliyor, haberdar; ama, onları sanki görmezden gelircesine, gidip o katırcıya müthiş bir gayet mültefit bir şekilde bir tutum sergiler ve ona çok büyük bir saygı duyar. Onun üzerine bilginler çok şaşırır, katırcı da çok teeddüp eder, utanır ve mahcup da bir adamcağız. Sonra bu üç bilgin bundan çok etkilenirler ve dönüşte derler ki, bizi bağışla ey efendi, biz senin ne menem bir insan olduğunu, değerini fark edemedik deyince, “hayır, ben sadece bir katırcıyım, sadece bir rehberim, o kadar” der; yani, o bile, düşünün en büyük bilgenin hürmet ettiği kişi, kendi özelliğini, sahip olduğu birtakım değer ve erdemlerin çok da fazla farkında değildir. Değer ve erdem yüklülük, ne kadar sergileniyorsa... Ne kadar farkındalık? Bunu yaşama ve tadını çıkarma tarzında bir tutumla ortaya çıktığında da onlar uzaklaşıyor. Aynı şey öğretmenler için de geçerli. Öğretme meselesi için de geçerli. Ne kadar öğreticiliğe tutuluyorsanız, öğreticilik sizin varlık şartınız ise, siz iyi bir öğretmen değilsiniz, olamazsınız ve böyle bir alış verişin içerisinde da kalıcı, sağlıklı bir öğrenme mümkün olamaz.

Şimdi bunu biraz daha genişletelim, gördüğünüz gibi bu bir kültür ve kişilikle çok bağlantılı konu; yani, çağdaş eğitim kuramları bize dese ki, en iyi öğrenme, -burada söylendiği gibi- etkileşimle öğrenmedir. İşte diyalog ile öğrenmedir; yani Sokrates’in o meşhur diyalektiği var ya, öğrencileriyle birlikte soru sorması, Sokrates hiçbir zaman cevapları vermiyor, sadece sorular soruyor, soru sormayı teşvik ederek, kendi sorularını bir şekilde ilerletme, daha doğrusu kendi cevaplarını tartıştırarak bir anlamda, belirli bir doğruya doğru onları götürme. Yoksa, kendi bildiği doğruları aktarma değil, iyi bir eğitici, öğretici olarak Sokrates pekala güzel bir model. Sanki insanlık tarihi yıllar sonra eğitimde bu modeli keşfetmiş gibi. Biz de galiba Sokrates’i yeniden keşfediyoruz. Halbuki, kadim kültürlerin çoğunda olan da bundan farklı bir şey değildir. Tabii, eğitim, öğrenim gibi kavramları eş anlamlı gibi kullanıyoruz. Biraz karışıklık da oradan çıkıyor galiba ama demek istediğim, eğitici ve öğreticinin öğretme erki ve öğretmeyi bir meslek olarak görmek. -Hani vardır ya memurun yapması gereken rutin işler neyse-, Öğretmen de aşağı yukarı işini böyle yapmaya başladığı andan itibaren orada bir öğrenme ortamı söz konusu değildir. Öğrenme; bir ortam, bir çevre ve o ortamın da en asli öğesi öğrencidir. Öğrenci eski deyimiyle talebedir. Ben talebeyi daha doğru buluyorum. Nedir talebe; talep eden kişidir. Öğrencide böyle bir şey yok. Adı üstünde, pasif bir konumda, o orada duracak, öğretmen aktif, o, ona aktaracak. Tabii, sadece bilgiyi aktarmakla kalmıyor, orada bir terbiye ve başka bir şey daha cereyan ediyor. Öyle bir ilişki ki, bu, sadece alan veren meselesi değil; çünkü, burada çok daha duyguların, kişiliğin hatta bir grup dinamiği dediğiniz, grubun içinde olduğuna göre öğrenme, çoğu defa -teke tek değil öğrenme- ekonomik değil en azından ve gruplar halinde yapıldığı düşünülürse, grup dinamiği ve o grubun içinde yer aldığı fiziksel mekan, işte diğer araçlarla birlikte çok canlı bir ortam. Bu canlı ortamın kurgulanması, yaratılması, o ortamın gerçekten de eğitici, öğretici bir nitelik taşıması, çok fazla düşünülen bir şey değildir.

Psikiyatri kurumlarında bir dönem, 1940’lı yıllarda, anti psikiyatrinin orada çok büyük bir payı vardır, akıl hastanelerini veya psikiyatrik kliniklerini çok kritik etmeye başladılar, yani çok ideal, iyi yetişmiş psikiyatristler olabilir, fevkalade kemoterapi, müthiş ilaçlarınız olabilir, teknik bir sürü başka donanıma da sahip olabilirsiniz, hastaların kaldığı klinik öyle bir biçimde dizayn edilmiştir ki..., buna terapatik milieu diyorlar; yani, ortamın kendisi tedavi edici bir nitelik taşıyor. Bu ne demektir; psikiyatriste bir üstünlük atfeden, yani tedavideki en üst hiyerarşi ki, -orada da vardır- tedavi kurumlarında da hiyerarşik bir yapı vardır. Belli bir ölçüde de bunu anlamak mümkün, gereklidir de; ama, özellikle, hiyerarşik yerde, otoriter hiyerarşik yapı kurulduğu sürece, o ortam, dediğim gibi bir sürü mükemmel şeylere sahip bile olsa, terapatik değildir, tedavi edici değildir; tam tersi bile üstelik mümkündür. Hospitalizm dediğimiz hastane sendromu ki, hele birazcık uzunca bir süre tuttuysanız, asıl rahatsızlığına ilave belki ondan daha da ağır ve önemli bir başka şey eklenir. Bu ortamın yarattığı olumsuz bir şeydir.

Aynı şey -bence- eğitim ortamı için de geçerlidir. Eğitim ortamını, eğitici bir türe, niteliğe büründürmek, dönüştürmek gerekir. Bu sadece fiziksel mekanı değil, eğitici ve öğreticinin tutum ve değerlerini de bu anlamda değiştirmek anlamına geliyor.

Ben, öyle zannediyorum ki, bu direktifin yani biz bu rolümüzden mütevazı bir şekilde çekilelim, bu öğrenme sadece öğretici olarak bana bağlı bir şey değildir. Bunu talep edenle kurduğum ilişkiye bağlı bir şeydir. Bunu görebilmek için benim bir hayli, her öğreticinin bir bilge olmasını istemek gibi bir şeydir. Olgun ve gerçekten de kişilik anlamında model olabilecek, örnek olabilecek bir tarz gerektiriyor. İşte, böyle bir eğitim ortamı ve böyle bir öğrenme biçimi ve böyle bir eğitici öğretici Türkiye’de mümkün olabilir mi? İşte, bu konuda çok ciddi kuşkularım var. Bunun neden kolay kolay mümkün olamayacağına dair öngörüşlerimi daha sonra söyleyeceğim. Bu bir anlamda da toplumsal kişilik yapımızla ilgili de bir tür değerlendirme ve kritik olacaktır.

Teşekkür ederim.

DEVAMI VAR
 
A Çevrimdışı

adana

New member
Ynt: Öğrenme: Öğretmekten Geriye Mütevazı Bir Çekiliş

BAŞKAN – Teşekkür ederiz.

Şimdi, son konuşmacıya geçiyoruz. Prof. Dr. Akın Ergüden; buyurun efendim.

AKIN ERGÜDEN – Teşekkür ederim Sayın Başkan, hepinizi saygıyla selamlarım. Ben bir felsefe hocasıyım. Ben de Cengiz gibi benden talep edilen üzerinde konuşmak istiyorum; yani, burada yazıyor işte “Diyalog; Öğrenme, öğretmeden mütevazı bir çekiliş” Benden bu istendi, hatta istendiği zaman başlık da istendi, konuşma başlığı olarak ne vereceksin diye. Çetin benden isteyince, İngilizce istedi, bilir benim tarzanca, ODTÜ’ce çok kullandığımı, başlık için “öğrenmeyi öğrenme” dedi. Ben de hemen “öğrenmemeyi öğrenme” dedim başlık olarak, tam da çeviremedim tabii. Amacımız öğrenmemeyi öğrenme, Cengiz’in girişi çok hoşuma gitti, Sokrat’ın diyaloğu türünde bir ebe doğurtma metodu; yani, ben öğretmen olarak, öğreten olarak bir otorite gibi davranmamalıyım. Ebe de bir otorite, o tartışılabilir; ama, bilgiyi aracı olarak doğurtma göreviyle çıkarmam gerekiyor. Cengiz bu konuda çok güzel bir örnek verdi. Öğretmen, öğretmen olmayacak, yani baba baba olmayacak. Bunu yapabildiğimiz sürece belki bir yere varabiliriz, ben Türkiye’de bunun mümkün olabileceğini düşünüyorum. Biraz zor tabii, ben 16 yaşında bir kız babasıyım, dershaneye bu sene gidiyor, hafta sonu da bütün gün gidiyor, bir Cumartesi akşamı kalıyor kendine, onun gerisinde büyük bir ıstırap içindeyim, baba olarak acı duyuyorum, kızıma büyük bir şiddet uyguladığımı düşünüyorum. Haksız bir şiddet uyguladığımı düşünüyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum.

Bir teori vardır, yani yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal hesabı işte, o arada, iki cami arasında kalan bir beynamaz tipi; yani, böyle bir duruma niye sokuluyor babalar? Bize de şiddet uygulanıyor, bunu kim uyguluyor, bunu da bilmiyorum. Herkes şikayetçi, burada herkes anne ya da baba veya çocuk. Hepimiz birbirimize bir tür şiddet uyguluyoruz ve bunun da nedenini Allah kelâmı gibi tartışmıyoruz. Yahu bunu biz yapmıyor muyuz, bu kuralları biz koymuyor muyuz, bu grameri biz oluşturmuyor muyuz? 2000 yıldır eğitim sürecini yaratanlar, okulu yaratanlar biz değil miyiz? Bunu niye değiştiremiyoruz, irademize ne olmuş? Bir makine haline getirmişiz, canavar yaratmışız, bu makine bir doğurma makinesi haline getirilmiş, doğuruyor, yüzdeler doğuruyor. En zeki yüzde 10, en zeki yüzde 1000 gibi, doğurma makinelerinin de büyük parçaları var, dershane parçası var, dershanede yüzde 10, en tepede yüzde 20, en aşağıda yüzde 50, ondan sonra bu doğurma makinesi gidiyor, bir de kitap doğurma makinesi haline geliyor. İnsanlar öğretmenlikten emekli olup, ofisler açıyorlar ve kitaplar yazılıyor, bu Talim ve Terbiyeden geçiyor, 5 yıldan itibaren ders kitabı olarak kabul ediliyor. Bir de orada endüstri yaratılıyor. Doğurma makinesinin psikiyatri tarafı da var. En tepedeki 10 psikiyatrist ve 10 tane en tepedeki dershane doğurma makinesinin parçası haline geliyor. Çünkü, o çocukları önce deli etmek gerekiyor, ondan sonra da tedavi etmek gerekiyor. Oradan da para kazanılıyor. Para dönüyor da dönüyor. Benim bütün maaşım çocuğuma gidiyor, dershane ve okul parası olarak, ODTÜ Lisesi ile dershane arasında yarı yarıya bölüştürüyorum ve bana para kalmıyor.

Şimdi, bu korkunç ve dev bir doğrama makinesi, nasıl değiştirilebilir. Canavarı yaratmışız, yarattık, ama artık bu canavarın da önüne geçelim. Biz de onun parçası halindeyiz, ben de o canavarın bir parçasıyım. Baudelaire’in şiiri gibi hem yara hem neşter haline getiriyorlar bizleri. Hem yarayız hem de şikayet ediyoruz ve ondan sonra da üstüne tuz basıp, tekrar neşteri sokuyoruz. Bir de öyle döndürüyoruz ki. Bu nasıl bir şey, bu nasıl bir şiddet uygulama olayı? Bunu nasıl değiştirebiliriz? Ben kendimi kurtaramadım, iki yıl direndim, annesi beni kandırdı ve şimdi dershaneye ben getirip götürüyorum. Ondan sonra da hadi kızım deyip, onu da zorluyorum. Böyle bir kıskacın içine girmişiz, bundan nasıl kurtuluruz arkadaşlar; yani, sorun bu. Bundan nasıl kurtulacağımızı, tabii, gerçekten bilemiyorum; ama, buradaki diyalog modelleri içinde bir iki analiz yapmak istiyorum.

Önceki varsayım, sağlıklı bir toplumsal gramerin oluşumu sorunu, tüm eğitim sorunlarına öncelik taşır, benim için bu bir aksiyon, bir varsayım. Sağlıklı bir toplumsal grameri oluşturamazsak, böyle hastalığın sonuçlarına bakarak bir teşhis koyarak, bir tedavi yapamayız. Bu derinlerde yatıyor, sağlıklı bir gramer oluşturmamızda yatıyor. Bir örnek vereyim; kızımın iki yıl öncesine dayanıyor. Öğretmeni ile yolda karşılaşıyor. Öğretmeni diyor ki “Nasılsın?” Benim kızım da “Teşekkür ederim hocam, siz nasılsınız?” diyor. Arkadaşlar, bu olay ODTÜ Lisesinde oluyor. Bunun üzerine öğretmen kızıyor “Ben sana nasılsın derim; ama, sen bana nasılsın diyemezsin” diyor. Aman Tanrım?!.. Şimdi, bu bir gramer, bu söylediğim olayın eğitimle hiçbir ilgisi yoktur arkadaşlar. İşte bu insan, öbür insan, okuldaki aynı öğretmen. O zaman nasıl soru soracak arkadaşlar çocuklar, nasıl soru sorabilsin? Sevgili Cengiz, nasıl soru sorabilsinler? Benim kızım “Nasılsın?” bile diyemiyor. Radikal Gazetesi’nden İsmet Berkan’ın yazısını kestim. Yurtdışından bir arkadaşı gelmiş, kızını bir Türk okuluna vermiş, kız da mor kalemle yazmaya meraklıymış. Yazının başlığı şu: ‘Mor kalemle yazmak isteyen kız’. Kız Türkiye’ye geldim, okula başladım diye seviniyor. Öğretmeni daha ilk gün “Bu okulda mor kalemle yazılmaz” diyor. “Neden yazılmaz hocam?” dediği zaman da, hoca “Yasak” diyor. Eve gidiyor kız “Baba, ben bu okulu hiç sevmedim, beni buradan al” diyor. Şimdi, bu gramerin oluşumu, yani toplumsal, sağlıklı bir gramerin oluşumu, bu kurallar demektir. İletişim kuralları, diyalog kuralları bunlar demek, yani bir diyalog modeli, Türkiye’de bir monolog modeli var, bundan diyalog modeline geçmek gerekiyor. Ama, asıl sorun da burada başlıyor. Kardeşim diyalogtan ne kast ediyorsun. Hani ben diyalog yaparım; ama, yine, istediğimi yaparım. Buna da güzel bir örnek, yine Sokrat’tır. Sokrat diyalog yapar; ama, karşısındaki adam da hep evet efendimcidir. Sokrat der ki “Adalet nedir?” o da der ki “Adalet kuvvetin kendisidir” Bir soru daha sorar, bir soru daha sorar, en sonunda istediği cevabı alır; yani, adaletin ne olduğunu zaten biliyordur, baştan biliyordur ve onun da ne olduğunu sonunda ona itiraf ettirir. Bir tür itiraf ettirme metodu. Bu tür bir diyalog, bence pek önemlidir ve eğitimde gerçekten değiştirilmesi gereken bir metottur.

Bir başka tür diyalog metodu; efendim, biz rasyonel insanlarız, ikimiz de rasyoneliz. Evet, o zaman, aklın yolu birdir, tek doğru vardır, her konuda, o doğruyu bulacağız beraber. Bakın, bunun da faşizmden farkı yoktur. Bu bir rasyonel diyalog modelidir güya; ama, bu bir irrasyonel diyalog modelidir. Peki, rasyoneli de beğenmedin, Sokrat’ı da beğenmedin, diyalog ne sence?

Bence ne olduğu önemli değil tabii; ama, şöyle bir örnek vereyim; Carlos Casteneda diye bir Amerikalı antropolog var, 1970’li yıllarda Amerika’da öğrenci olduğum yıllarda, bu da orada bir doktora öğrencisi. Carlos Casteneda rasyonel bir bilim adamı, yani kendini objektif bilimsel, bilime adamış bir bilim adamı, antropoloji dalında. Yerlilerin arasına gidecek, metot şu; kültürün içine gidersiniz, o kültürün içinde yaşayarak, o kültürü anlarsınız dışarıdan, rasyonel olarak. Kültürdekiler irrasyoneldir veya Doğuludur, İslâmcıdır, onu siz genişletebilirsiniz. Bu kültürün içine gireceksiniz, bunu içeriden göreceksiniz; ama, öteki olduğunu da hiç unutmayacaksınız. Farklılığını senden, Batılı bilimsel rasyonel adamdan, farklı irrasyonel adamın içine gireceksiniz, onu içeriden anlayıp, “Hah işte farkımız bu, ben rasyonelim, o irrasyonel, ben duygusal değilim, objektifim, o duygusal, objektif, mistik” vesaire, böyle gidecek. Ondan sonra bunun haritasını çıkaracaksınız ve sizden farkını da görmüş olacaksınız. Amaç bu. Casteneda yerlilerin yanına gidiyor. Orada bir büyücü var, onun çırağı olmak istiyor, içeriden bakacak ya objektif olabilmek için; ama, içeriden bakacak. Büyücüye gidiyor, büyücünün adı Don Juan... büyük bir çadır, Carlos; “Ben geldim, burada sizinle birlikte yaşayacağım, sizi anlamaya çalışacağım, beni çırak olarak kabul eder misiniz?” diyor. Şimdi, usta-çırak ilişkisi olacak. “Bir şartım var, onu yaparsan, onu bilirsen, kabul edersen, seni çıraklığa alacağım ve yetiştireceğim.” diyor büyücü. “Bu çadırın içinde senin bir noktan var, bir yerin var, onu bulursan, seni çıraklığa kabul edeceğim. Ben şimdi gidiyorum, 24 saat sonra geleceğim”, “Tamam” cevabını aldıktan sonra gidiyor. Bomboş, kocaman bir çadır, oraya oturuyor, rahat değil, şuraya buraya oturuyor, rahat değil, bu da noktam değil, o da değil. Artık saatler geçiyor, yoruluyor, sızıp kalıyor. Ertesi gün büyücü geliyor. “Noktanı buldun mu?” diyor. O da “Allah cezanı versin, noktamı bulamadım, senden de bıktım, gidiyorum” diyor. O da “İşte bulmuşsun ya” diyor. Şimdi, bunlar usta-çırak oluyorlar, yıllar geçiyor, adam 4 cilt kitap yazıyor Carlos Casteneda. Tekrar gidip geliyor. Usta – çırak ilişkisi içinde bıkkınlık var, yılgınlık var, korku var, üzüntü var. Bu arada adam olgunlaşıyor, benim objektif bilimselliğim nereye gidiyor diye üzüldüğü anlar oluyor, “Lanet olsun, ben bu objektiflikten korkmayacağım artık, geri dönmem lazım” diyor ve bunların hepsi geçiyor, tekrar gidiyor, tekrar geliyor, geri geliyor; ama, bu arada bir güç kazanıyor. Bu büyücüden bir tür güç kazanıyor. Arkadaşlar bu güç çok önemli. İşte, bu diyalogun size vereceği, çırak tarafı diyelim, bir tür güç veren bir şey bu. Bu güç veriliyorsa, bu diyalog haline geliyor. Ben öğretmenimden bu gücü aldım. Tabii, o da çok insancıl bir ilişki, aşk değil, aşktan başka her şey, böyle bir güç ilişkisi. Bu güç ilişkisinin içinde iki tarafta kazanıyor, iki taraf da öğreniyor, iki tarafta gelişiyor, iki tarafından da kendini anlama süreci var; yani, öğrenme, öğretme, bir şeyleri, bir tür garip bilgileri; ölçülebilen, biçilebilen bilgileri bir yerden yere aktarma değil, bu gücü kendi içinde kazanabilme, çoğalabilme. Bu güç bilginin arkasında olan bir bilgi, arka plan bilgisi, insanın bilgisi. Bu güç, bilim ve yaratıcılığını kullanan, zenginliğini kullanan bir bilgi; yani, logos dediğimiz zaman hem bilgi hem dil demektir, önermelerle başlayan bilgiyi anlarız o vakit, ondan sonra çeviri yaparız, bunları aktarırız, bu da bir bilgi olur. Bilgi bu değil, bilginin arkasında bir gramer bilgisi vardır, bu işte insanın gücü demek. Yaratıcı olan, yaratıcı tarafı hem dilin –şiir, metafor gibi- hem bilginin arkası...

Bu tür bir diyalog modeli nasıl geliştirilir; o felsefecilerin işi değildir, uygulamacıların işidir.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederiz.

Benim tek bir itirazım var, aklın yolu birdir, bence bir zincirdir, çıkmaz sokaktır’a katılmıyorum; aklın yolu bindir, binlercedir, sonsuz olmalıdır.

Buyurun Sayın Cengiz Güleç.

AKIN ERGÜDEN – Ben de onu diyorum aklın yolu bir değildir.

CENGİZ GÜLEÇ – Sayın Başkan, mesele sanırım biraz şekillendi, konun ne olduğu ortaya konuldu. Dönüp dolaşıp başlığa sadık kalmak gerekiyor; çünkü, sadece bir çerçeve çizmekle kalmıyor bu başlık; içeriğini de bence çok iyi tanımlıyor. O nedenle, dönüp dönüp tekrar bakıyorum, bana şiir gibi geldi doğrusu. Peki, bu öğretmen, öğretici konumundaki bu mütevazı çekilişi başarabilir mi? Burada büyük zorluk var. Burada kültür meselesi işin içine girecek galiba. Öğreticiye güç atfedildiği sürece veya eğitici, öğretici kendine güç vehmettiği sürece ya da bu güç kurumsal olarak verildiği sürece, işte o, mesela nedir; geleneksel eğitimdeki eti senin kemiği benim, bu anlayış büyük ölçüde değişmiş de değildir. Modern okulda da bundan farklı değil, hocanın vurduğu yerde gül biter ve benzeri şeyler. Öğretmen olma statüsü, öğreteceği kişinin üzerinde her tür tasarruf hakkına sahiptir anlamına geliyor. Bu model Osmanlı’daki ulûl-emr, yani padişah mutlak güç, iktidarı elide tutan kişi veya makamla reaya ya da teba ilişkisinin küçük ölçeklerdeki modelleridir bu. Bu toplumun her katmanında, kademesinde ve aile içinde de aşağı yukarı tekrarlanır, kendini yeniden üretir ve böyle bir ortamda da nasıl kişilik gelişir, onu da düşünebilirsiniz. Ha bire şikayet ediyoruz ya, kendine öz güveni eksik, özerklik, otonomi duygusu yetersiz, girişim inisiyatif yeteneği yine kısıtlı insanlar yetiştiririz. Gerçekten bu söylediğiniz tarzda, modern bir öğrenim ortamında böyle bir öğrenim ortamını talep etmek demek, bir miktar –matürasyon- kişilik gelişkinliği veya birey olma bilinciyle çok bağlantılı bir şey. Hiçbir öğrencinin çıkıp da, gerçi her okulda edepsizler çıkıyor, “Hey hoca böyle davranamazsın, senin paranı biz veriyoruz”, yani senin orada varlık şartın doğrudan bize bağlı diyebiliyorlar. Keşke halkımız da devlete karşı böyle yapabilse, yani devleti sorgulayan olabilse ve devlet halkın hizmetinde olması gereken bir araç değil; tersine egemen; ama, bu devletin bizatihi kendinden gelmiyor, bu devlet nosyonu, devlet otoritesine karşı bizde içselleştirebilmiş, çok erken çocukluktan itibaren benliğimize, kişiliğimize sinmiş öyle bir yargı, öylesine bir anlayış yerleşiyor ki, devleti elinde bulunduran bu zümrelerin de bu gücü sürdürmeleri çok kolaylaşıyor tabii. Çok büyük bir efor sarf etmeye gerek yok. Aynı şey öğretmen için de öyle, o otorite simgesi olarak, varlığını da bu statüye bağlayan bir öğretmen tipinden siz bu iktidarı nasıl alacaksınız? İstediğiniz kadar bu kişilik yapısında, bu anlayışta, gelenekteki öğretmenleri modern eğitim kurumlarında pedagoji, yani eğitimin de bir bilimi var, öyle babadan kalma değil. Burada bir atıf yapayım. Ben kendimi hep tükenmez bitmez bir talebe olarak görürüm. Talep eden. Öğrenme merakı işte. Özgeçmişimden anlaşılacağı gibi bir sürü konuya el attım durdum. Öğrenme aşkı, biraz önce tecessüs, meraktan bahsedildi, çok bağlantılı gayet tabii. Bu öğrenme aşkı, aslında her bireyde var. Bu motive edilip, güdülenip, geliştirilir mi, geliştirilemez mi? İşte bu kültürle çok bağlantılı. Bu kültürel ortamla fevkalâde ilişkili.

Sözü şuraya getireceğim. Öğretmenler benim hayatımda hep bana sunuldu. Bir de ben öğretmenlerimi seçtim. Gerçekten ben onlara öğretmenim diye baktım. Rehberim idiler. Peki, bunların diğerlerinden farkı neydi diye düşünürsem, imkan olsa da onları anlatabilsem, hayatım boyuncu benim üç, dört tane ‘öğretmenim’ diyebileceğim insan var; ama, bunlar bana verilen, sunulan olarak her zaman olmadı. İçinde olanlar oldu, yani müfredat verildiği gibi, eğitim kadrosu da size sunuluyor. Çok demokratik kurumlarda hocalara öğrenciler puan veriyorlar, çok da isabetli oluyor. Bunu da ne kadar tolere edebilir bizim kültür onu da bilemiyorum; ama, diyeceğim; ben öğretmenimi seçtim bir kaç tane ve bu seçtiğim öğretmenlerde ne buldum ve bunlardan ideal öğretmen tipi çıkar mı acaba? Bence çıkar. İşte bu öğretmenlerin galiba bana hakikaten öğrenmenin nasıl bir şey olduğunu öğrettiklerine kaniyim. Birçok bilgilerle donanmış olmaları yetmiyor. Benimle nasıl ilişki kurdukları, beni nasıl adam yerine koyup koymadıklarıyla çok bağlantılı, çok ilişkili bir şey. Bu söylediğim öğretmenler, bunu okullarında öğrenmediler. Bunların hayatlarında diğer insanlarla ilişkileri de böyle zaten. Dolayısıyla, öğretmenin temel kişilik yapısıyla bu konu çok ilgili. Sadece bir kursla veya pedagoji öğreniminden geçirilerek kazandırılması bana pek mümkün görülmüyor.

Yine bu ideal öğretmenlerle ne yaşadığıma bakıyorum, şimdi Türkçe’de böyle bir şey mümkün mü? Etki, etkilenme, etkileşim gibi öğren, öğrenim, öğrenişim demek belki; yani, ben öğrenme statüsünden ve erkinden, mütevazı veya iddialı bir şekilde çekilmekteysem, bunun yerine bir şey koyarak çekiliyorum. Bu bir ricat değil, tersine yeni bir şey koymak, substitute gibi. Ne o; öğrenişim, alın size bir sözcük. Nedir o; etkileşim. Türkçe’de çok güzel bir şeyimiz var, söyleşi var, görüş var görüşme var, etkileşim var, en güzeli de bu galiba. Burada kastedilen galiba öğrenişim, bu ikili, karşılıklı eğiten, eğitilen gibi bir ontolojik ayırım değil, geçici işlevler olarak, işlevsel olarak gayet tabii statüler vardır; ama, ontolojik değildir, o orada çakılı değildir ne öğrenci ne de öğretme statüsünde kişi. Bu olmadan da varolabilecek, yani ben öğretmen olarak kendimi var hissettiğim ortamların dışında neyim? Çok defa bir hiçim. Askerlerin böyle bir derdi vardır ya, emekli olunca, çoğuna emri hak vaki olur, ne hikmetse, bu emekli öğretmenlerde de öyledir. Bir ruh hekimi olarak söylüyorum, benim hayatımda en çok uğraştığım orta yaş meslek grubu öğretmenlerdir. Çok mutsuz ve çok acılı insanlar. Bunlar sadece ücretle bağlantılı değil. Meslek doyumu gibi şeyler işte; yani, Türkiye’de öğrenişim diye bir şey bana çok çekici gelmekle birlikte, bu meşhur kültürel karakter ya da kişilik oluşumu nedeniyle, kolay kolay ortaya çıkmıyor. Nasıl ki, demokratik bir ortamı, nasıl ki, seküler, laik bir yaşamı kurmakta ciddi beceriksizlikler yaşıyorsak, aynı şekilde bu dediğim öğrenişimi de başarabileceğimizi pek sanmıyorum; çünkü, birbirleriyle çok bağlantılı. Yani o otoriter ve otokratik anlayışlardan, otoritenin tekli yapısından sıyrılabildiğiniz zaman, otoriteyi birbirinden ayrıştırabildiğiniz zaman laik olursunuz, seküler olmaya başlarsınız. Bu otorite kaynaklarından birini inkâr etmek veya yok etmek değildir. Otoritenin farklı kaynakları olabileceğini ve bir arada yaşayabileceğine olan bir hazırlıktır, bir zihinsel, duygusal, kişilik hazırlığıdır. Bu laik ortam, seküler ortamdır, yoksa devlet gayet tabii seküler bir hukuk benimseyerek, önemli bir adım atabilir; ama, laiklik bir kültür, bir dünya görüşü anlayışı anlamında, yani ne kadar var olabilir ve hayatımızın içerisinde yer tutuşuna baktığımız zaman, Türkiye için devlet belki laik, ama Türk toplumu laik falan değil. Bunun gibi işte, aynı şekilde öğrenişimi de galiba gündeme sokabiliriz. Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Bence de öğrenişim dahice bir kelime. Eski bir söz vardır “En iyi öğretmen öğrencisinden öğrenendir” derler; çünkü, o kendini tazeleyen öğretmendir, daima yeni ufaklara yönelir. Yeni ufuklar deyince akla Alev Alatlı geliyor.

Buyurun Sayın Alatlı.

ALEV ALATLI – Teşekkür ederim. Ben de Cengiz beye bütün kalbimle katılıyorum ve esas problemin de orada olduğunu düşünüyorum. Şimdi, öğretmenlere aydan ithal etmeyeceğiz, bu mümkün değil. Herkesi yeniden alıp, eğitmek de bir yere kadar olabilir; ama, bir başlangıç noktası var gibi geliyor bana. O da şöyle; mümkün olan en kısa zamanda, ilkokul birden başlayarak, müfredatı bir kere bir silkelemek, yani içerik ve müfredatın silkelenmesi gerekiyor. Üstünde durduğum için biliyorum; birincisi, içinde yanlış bilgi var, fizik kitapları örneğin yanlış. Hem bilgi yanlış hem de ele alınış biçimi yanlış. Öğretmeni devreden çıkarsanız bile, sonu -dır ile biten cümlelerden kurtulmanıza imkân yok. Bu böyledir. Bütün bunların düzene girmesi için birkaç kuşak harcayacağız, başka çare yok. Ama, bir an evvel, en azından yazılı malzemeyi adam etmemiz gerekecek. İkincisi, yine rasyonel otorite diyorum, Eric Fromm’dan alınmıştır bu onun tabiridir. Sayın hocamla da aşağı yukarı aynı şeyi söylüyoruz; yani, kendi kendini eriten otorite, o yüzden rasyonel diyoruz. Şimdi, bu kitapları toparlamamız gerekecektir. Yalnız kendimizi kandırmayalım. O da şöyle; mutlak suretle bir entelijensiyaya ihtiyacımız var, yani bu işleri bilen profesyonel insanlara, gruplara ihtiyacımız var. Bu insanların toparlanıp, bu kitapları vesaireleri yeniden düzenlemesi lazım, adam etmesi lazım.

Bir anımı anlatayım; Rahmetli Özal vefat etmesinden kısa bir süre önce Çankaya Köşkünde -benim hocamdır, ilişkim oradan kaynaklanıyor- kendisiyle milli eğitim konuşuyoruz, ben dedim ki, “Şu milli eğitime niye dokunamadınız?” dedim. Durdu ve Allah selamet versin, gerçekten kötü bir niyetle söylemiyorum “Başta Hasan’a laf anlatamadım. Hasan Celal. Arkasından bir daha indim, kime dediysem, kravat takıp, benimle beraber olmaya çalışıyor” dedi. “Peki, ne yapacağız, aynı şeyi mi kullanacağız?” dedim. “Bak sana bir şey söyleyeyim; ne yapacağız biliyor musun...” o zaman bir cd seyrediyordu ve “yedi köyde bir 1 000 dolardan bu makineleri koyacağım, çocukları karşısına geçireceğim, ne istiyorlarsa onu seyrettireceğim, öğretmenlere zimmetleyeceğim, belki böyle bir sıçrama yaparız” dedi. Bu işin latifesi, ama problem hakikaten adam akıllı ağır. Buna rağmen, bakın, ben çok iyi okudum, şu bağlamda, hep burslarla falan okudum. Not ortalamalarım hep iyi idi. Birine borçluyum; ben Erzurum Kültür Kurumu ilkokulundan mezunum ve benim Allah selamet versin, daha üç sene evvel gidip elini öptüğüm bir hocam vardı, Emine Aküzüm hoca, burada hepinizin önünde kendisini saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. Bu hanım, Erzurum gibi bir yerde, tezeği kendimizin götürdüğü yerde, bize aktif metot diye bir metot uyguluyordu. Bu kızcağız sınıfı 6 gruba böldü ve biz o okulda, daha ilkokulda, her birimiz bir konuyu alır, hazırlanır, onun yardımıyla dersi verirdik, tam gündü ve sizi temin ederim, sabah saat 09.00’da derse girerdik, 17.00’den önce hiçbirimiz okulu terk etmek istemezdik. Ben bunu yaşadım. Erzurum gibi bir yerde, 1950’lerde, hepimizin birer tezek götürdüğümüz gün olurdu, odada yakacak olmadığı için. Buna rağmen, bakın, bu kadıncağızın bize öğretmesi, bana orta okulu bitirtti, Japonya’ya gittim, liseyi iki senede okudum, sonra Amerika’ya gittim ve temeli bu hoca atmıştır. Söylemek istediğim o kadar atla deve değil, iyi ki, gitmişim, onun için aklımızı başımıza toplayalım.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederiz.

Son söz Kürşat Bumin’de.

KÜRŞAT BUMİN – Teşekkür ederim.
Ben de sizin gibi diğer konuşmacıları, gerçekten dikkat ve ilgiyle dinliyorum. Çok da hoş oldu; çünkü, Türkiye’deki eğitim tartışmaları çok zevksiz geçen toplantılardır, yani izleyici de gönüllü olarak gelmiş olsa bile, dikkatle izlemez, konuşulanlar öyle etrafında döner döner durur, onun için kısır döngü giderdi. Bu şunun için kötüdür; yani, bu konu şeydir, yani ne yapılacağı belli, klişeler vardır, sürekli o klişeler döner durur, herkes de, evet o klişeler iyidir der ve sonra herkes de memnun bir şekilde ayrılıp gider ve o şekilde de yıllarca devam eder gider. Burada gördüğüm kadarıyla farklı disiplinler de olduğu için daha değişik bir yarık açma, okul meselesine doğru bir uç var. Ben biraz önce değneğin bir tarafını fazla bükerek konuştum. Okulun ortadan kalkacağını söyledim, bu bir öngörü ki benim de değil, bunu yıllar önce Ivan ILLİCH bile “Okulsuz toplum” adlı eserinde söylüyordu. Okulun cahil bıraktığını, hastanenin hasta ettiğini söylüyor, modernizmin bütün kurumlarının kendilerine yakıştırılan işlevlerinin tam tersi biçimde döndüğü üzerine artık düşünceler gelişti ve bu daha çok 1968’den sonra yaygınlık kazanan bir düşünce oldu; fakat, 1968 olayları, Türkiye ise, bambaşka bir 1968’e doğru gitti, millet dogmatizmden kaçarken, Türkiye dogmatizme doğru dümenini kırdı. Okul meselesinin, 1968 olaylarında çok önemli rolü vardır, yani ilk kez Batıda okul mu öğrenciye uyacak, yoksa öğrenci mi okula uyacak gibi bir soru, slogan olarak Paris sokaklarına asılmıştır ki, o zamana kadar hiç sorulmayan bir soru gidi. Dolayısıyla, okulun, gerçekten, büyük uzun yıllar, 8 yıl 10 yıl süreyle –üniversite ayrı tabi- çocuğun bir şeyler öğrenmesi için bu kadar yıl bir yere kapatılması, gerçekten, insafsızlık. Bu toplumun bir ihtiyacını da karşılıyor, ana babalar işe gidiyor, çocuklarda okula gidiyorlar. Bu artık birbirlerini tamamlayan kurumlar olmuşlar; ama, biliyorsunuz ki, çocuğunuz ilkokul üçte ne okumuşsa, dördüncü sınıfta onun biraz genişini okuyor, beşinde daha da genişini okuyor. 12 Eylül’den sonra gördük ki, üniversite birinci sınıfta da daha genişini okumaya başladı. YÖK derslerinden söz ediyorum, yani böyle bir manzara işte.

Tabii, Türkiye’nin şartları böyle. Batı dediğimiz zaman da orada da sorun var. Batı için ilgimi çeken şey şudur: Derler ki “Toplum postmodern, okul modern kaldı, bu durum nasıl aşılacak” Bu çok doğru, gerçekten postmodern bir kültür içinde gelişen gençler, modernizmin ana kurumu olan okuldan artık eski işlevini, rolünü yitirdiğini görüyorlar. Onun için bazıları da diyorlar ki, okulu da o halde postmodern yapalım. Bu çok zor bir iş, postmodern derken, yani bütün kültürlerin, büyük harfli bir kültürün ortadan kalktığı, bütün kültürlerin eşit olduğu, yani hoca Platon’u anlatırken, öğrenci kalkıp, örnekleri çoktur, “Platon öyle düşünüyorsa, ben de böyle düşünüyorum” diyor. Hoca ne desin ki... Eşitlik, bir klasik eserle, bir rock şarkıcısının eseri, yani bütün böyle büyük harfle kültür diye adlandırılan ve okulun geçirmeye çalıştığı kuşaklara konu üzerinde bir tartışma başlamış. O bakımdan postmodern öğrencilere, bu modern okul dar geliyor; fakat, Türkiye'de sorun çok daha öncelerinden problemlidir. Bakın, arkadaşlar anlattı, otorite meselesi var. Öğretmen tamam, Sayın Alatlı “Rasyonel otoritenin çok yararlı olduğunu...” söylüyor, tabii, bu büyük bir tartışma götürecek bir şey, yani nereden kaynaklanacak bu rasyonelliği, nasıl olacak, nasıl bitecek? Diyelim ki, öyle bir şey oldu; fakat, bunu nasıl sağlayacağız; çünkü, Türkiye öyle bir kısır döngüye dönmüş ki, Türkiye, okumuşlar, seçip elediklerinin içinden elitlerini öğretmen yapmıyor. Öğretmen yetişenler ülkenin en iyi gençleri değil, yani optik okuyucunun, aklı olmayan okuyucunun seçtiklerinden değil. Daha az başarılı öğrenci, onlar öğretmen oluyor, öğrenci yetiştiriyorlar. Sonra çıkanların içinden yine öğretmen olanlar, yine biraz önceki yöntemle yetiştiriliyorlar veya seçiliyorlar; yani, bu şey kendi kendini çeviriyor. Bir yerden bunun radikal tedbirlerinin alınması lazım, bir girişimde bulunulması lazım ki, bu daire bir kere bitsin. Kimseyi incitmek için söylemiyorum, ben de öğretmen çocuğuyum, annem de, babam da öğretmen idi, ben 5-6 sene önce öğretmenlerin kıdem yükseltmek için sınavları vardı, bir sınava giriliyordu, diploma alınıyordu ve onunla bir derece yükseltiliyordu. Ben böyle bir şey o güne kadar görmemiştim o güne kadar. 8-10 sınıfta sınava giriyordu öğretmenler, bütün gözetmenlerin işi, öğretmenlerin elinden kopya toplamakla meşgul idi. Devrim tarihi ruloları vardı üzerlerinde ve biz birkaç arkadaş, başka yerde başka türlü döndüğünü sonra anladık, ya ne yapıyorsunuz hocalar dediğimiz zaman, olur mu böyle şey, meslektaşız dediğimizde, o zaman da, sen bizim derece ilerlememize nasıl mani olabilirsin tarzında itirazlar vardı. İngilizce’ye giriyor, İngilizce bilmiyor, gözetmene hadi söyle, yazalım gibi yaklaşıyor, böyle açıkça teklifler geliyordu. Gerçekten demiştim ki, irfan ordusu çok iyi yola girmiş. Birincisi bu şekilde öğretmen meselesidir.

İkincisi, eğitimimiz bitmiş, yani ilkokuldan lisenin sonuna kadar hepsi bir optik okuyucuyu hazırlamak için, akılsız bir optik okuyucu, dünyada böyle bir ülke yok, gençlerin üniversite seçiminde optik, aklı olmayan bir okuyucuya teslim eden bir ülke yok. Fransa’da her yıl sınav var, 500 - 600 000 kişi sınava giriyor, herkes onlarca sayfa yazıyor, o sayfalar teker teker hocalar tarafından okunuyor. Milletin aklı mı yok, optik okuyucusu mu yok, herkese bir optik okuyucu bağla bakalım; yani, bu inanılmaz bir şey!..

Müfredat çok önemlidir. Çok tuhaf bir şey ki, Türkiye’de müfredat üzerinde bir tartışma yok. Okul dediğimiz zaman türban tartışması geliyor, şu tartışma geliyor. Müfredat üzerine velilerden bir talep de yok. Çocuğumuz bunu öğrenmesin, yeter artık diyerek, milli eğitimin kapısına dayandığı yok. Özel okullar dediğiniz farklı okullar değil. Yemekleri daha iyi, havuzu var, önlükler daha iyi, bir iki sosyal faaliyeti var ya da uzak doğu sporları falan öğretiliyor, bol parayla; ama, müfredat aynı. Öğretmenler aynı şeyi öğretiyorlar. Yazık, toplumun kendisini böyle aldatması olabilir mi? Farklı bir model ilkokul için, dünya kadar var Batıda bildiğiniz gibi, 1 000 tane model var, çocuğa beşinci sınıfa kadar okuma yazma öğretmeyenler var, sırf bedenini keşfetsin, dans etsin, resim yapsın, kendini bulsun diye. Türkiye’de velilerde böyle bir arayış yok. Okul bu haliyle zararlı. Hepimiz bunu çocuklarımızda görmüşüz. Çocuğu okula verdiğimiz günden itibaren çocuk bozuluyor. Artık, bunu, herhalde hepimiz kabul ediyoruz. Çocuk eski çocuk değil, çocuğunuz kimseyi ihbar etmiyor, okula gittiği zaman, öğretmene yanındaki arkadaşını ihbar ediyor, kopya çekiyor diye. Çocuğum bu adet nereden çıktı, sen böyle yapmazdın, öğretmen öyle söyledi diye yapıyorlarmış!..

Bu transfer olayı çok tehlikeli bir şey; yani, çocukları birinci sınıftan alıp, 5’e kadar okutan, bu dehşet bir şey, yani anasından daha çok görüyor öğretmenini. Böyle bir şey olabilir mi? O öğretmen nasıl onun ruhuna giriyor, o da onun gözüne gireceğim diye neler yapmıyor. Son gün geldiği zaman bayılan çocuk çok gördüm, siz de görmüşsünüzdür, okuldan ayrılıyorum diye. Fakat, çocuklar hoş şeyler. Önce ayılıyor, sonra bahçeye çıkıp, oyuna gidiveriyor. Öğretmen de okulda kalıyor, her şey okulda kalıyor, yoksa delirirler zaten. Ciddiye alsalar hepsinin hepimizin delirmiş olması lazım.

Son bir şey söyleyeyim: Yıllar önce Nokta Dergisi bana bir anket yolladı, bunu yorumlar mısınız diye. İlkokulda yapılmış, yorumladım, ama dergiye basmadılar. Şöyleydi; soru şu: Siz hayatta en fazla neden nefret edersiniz, neye kızarsınız? Bu soruyu ilkokul çocuklarına soruyorlar. Yüzde 95’i, İstiklal Marşında gülünmesine kızarız demişler. Ben demiştim, bu okul çocuğu yalan söylemeye alıştırıyor, fakat bu yalan değil, kuyruklu yalan. Benim bildiğim yüzde 95 çocuklar İstiklal Marşı’nda gülmek için İstiklal Marşı’na giderler veya orada gülme, çocukların en büyük eğlencelerinden biridir. Bunun için çocuklara yazık. Dediğim gibi çocuklar toparlıyorlar kendilerini.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederiz sayın Bumin.

Böylelikle sonuna geldik bu oturumun. Hemen hemen herkes bizdeki eğitimin ve dünyadaki eğitim sistemlerinin ki, bu arada şunu söyleyeyim, biz, hep kendi sorunlarımızı konuşuyoruz; ama, güvenin bana, inanın bana şu anda Amerika’da da, İngiltere’de de, Japonya’da da korkunç eğitim sorunları var ve bazılarının sorunları bizden bile beter denebilir. Onun için sadece kendimize üzülmeyelim, dünyadaki eğitime üzülmek lazım.

Soru sormak isteyenlerin sorularını alalım efendim.

Katılımcı olarak, buyurun efendim.

KATILIMCI – İsmimi söylemeden önce bir şey anlatacağım: Neyzen Teyfik, Mazhar Osman beyin bir konferansına gitmiş, en arkada oturmuş, Mazhar Osman bey içkinin zararlarını anlatıyor, “Bir bardak içki içenin ömründen bilmem şu kadar gün gider” demiş. Herkes pür dikkat dinliyor. Arkadan “Eyvah...” diye bir ses geliyor, herkes kim o derken, Neyzen’den geldiği anlaşılıyor, ne oldu Neyzen dendiğinde de “Hocam senin hesabına göre ben 20 sene önce öldüm” demiş. Şimdi, bendeniz ilkokul öğretmenliğinden gelen bir öğretim üyesiyim. İsmin Battal Aslan. İnönü Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. 6.5 yıl ilkokul öğretmenliği yaptım, Hakkâri, Muş ve Ankara’nın köylerinde yaptım. 4.5 yıl özel eğitim kurumunda çalıştım, körler okulunda çalıştım. Şimdi, bu arkadaşlarımızı dinleyince, Alatlı dışında, ben de Neyzen gibi “ben ölmüşüm” diyorum. Buna aydının kötümserliği diyeceğim, ama aydın da diyemem, insan problemleri söyler, fakat çözümde insana bir parçacık umut verir, eğitim umuttur. Eğitim Allah’ın veya tabiatın, neye inanıyorsanız, insana verdiği yeteneklerini keşfetme umududur. Buradaki konuşmacılar insanların içini karartıp, umutsuzluk yaratıyorlar. Biz boşuna mı yaşadık? Sayın Bumin okulu ortadan kaldırıyor, biliyorum korsan bildiri sunuyorum; ama, lütfen bana birkaç dakika daha verin, efendim, şimdi, devlet düzeni olarak çok tartışıldı. Mesela Fransa’da çok tartışıldı, bir zamanlar krallığı ortadan kaldıralım falan dendi, fakat sonra devlet güçlendi. Dini ortadan kaldırmak için çok çalışıldı, hayır -ben dindar bir adam değilim, yanlış anlamayın- Amerika’ya giden göçmenler ilk kez o dinsel baskıdan, mezhep kavgalarından kaçan o insanlar, gitti, ilk önce kiliselerini yaptılar. Şimdi, eğitim neden kutsal; neden Sayın Bumin bizi bilinmeze teslim ediyor? Eğitim neden kutsal, eğitim herkese eşit koşma başlangıcı veren kutsal bir kurumdur, orası baba işi değildir, kafa işidir. Dünyanın en kötü eğitimi bile olsa, ister medrese eğitimi, ister Katolik eğitimi, ister laik eğitimi olsun, insanoğlu kendisini tanır. Gençler, eğitimciler, biz öğretmenler 200 yıldır, bu toplumu çağdaşlaştırmak için çalıştık, vurulduk, dövüldük. Öğretmenleri kim güdüleyecek? Her şey kötü, öğrenmen kötü... Hayır, bizi vurdunuz, öldürdünüz, her şeye karşın, bu toplumu çağdaşlaştırdık. Nasıl mı; çünkü, insan olmanın bilincine vardık, kızlarımızla, oğullarımızla. Onun için buradaki bilim adamlarının -kusura bakmayın, benim konuşmam hesaplı değildir- söylediği gibi “okulu ortadan kaldıralım” ancak babasının gücü olanın okuması demektir. Eşit olmadan yarışa girmek demektir.
Oysa ki, büyük dinlerin insanlığa armağan ettiği değerler vardır. Museviliğin armağan ettiği milliyetçiliktir, iyi kullanır, kötü kullanır. Hıristiyanlığın armağan ettiği değer sevgidir. İslâm’ın da armağan ettiği eşitliktir. Dikkat ediniz, özüne bakarsanız eşitliktir. Biz, eğitimciler eşitlik için çalışırız. Tabii ki, çocuklarımıza siyah önlük giydiririz; çünkü, eşitlik sağlıyoruz, bu İslâm’a da uygundur. Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederiz.

Buyurun efendim.

KATILIMCI – Sizleri dikkatle dinledim. Şunu çıkardım; sınıfta öğretmen, kendi iktidarını öğrencileriyle paylaşırsa, iktidarından vazgeçerse, kendi bilgi birikimini öğrencileriyle paylaşırsa, eğitim sorunu çözümlenecektir. Öğretmen bunu yapmadığı için, eğitimde kaos devam etmektedir ve eğitimde sorunlar giderek artmaktadır. Buna göre açıklamalardan şunu anladım; özetle, tüm sorunların nedeni öğretmendir... Buradan anladığımız bu öyle mi? Bu kadar insan eminim böyle anladı. Değilse ben sözlerimi geri alacağım. Eğer öğretmen iktidarından vazgeçiyorsa; öyle bir donanıma sahip demektir. Bu acaba varolan rejimle, devletin otoriter yapısıyla bağlantılı mıdır? Hani dediniz ya karşılıklı iletişim, tartışmalı eğitim, öğrencilerin özgürce düşünmesi, görüşlerini ortaya koyması, sınıftaki demokrasi! Bunun ülkedeki demokrasiyle bir bağlantısı var mı? Örneğin iki öğrenci farklı gazeteleri sınıfta araç olarak sunduğununda ve öğretmen buna fırsat verdiğinde, ertesi gün o öğretmenin başına çorap örülmeyeceğinin garantisini kim veriyor? Demek ki eğitimdeki sorunların çözümü, ülkedeki demokrasi sorunlarının çözümüyle bağlantılıdır... Öğretim ve eğitimde düzlüğe çıkmak istiyorsak, ülkede demokrasi, insan hakları ve bireylerin düşüncelerinin özgürce örgütlenmesinden geçebiliyor.
Teşekkür ederim,

BAŞKAN – Teşekkür ederim. Bu sorunuzu Prof.Güleç cevaplandıracak.

CENGİZ GÜLEÇ – Bir soru görmedim burada.

BAŞKAN – Evet bunlar kısa bildiriler, görüşler...

CENGİZ GÜLEÇ – Yalnız bir önceki sayın öğretim üyesinin tutumuyla ilgili kritik yapmak istiyorum, asıl Battal beyin tavrıyla ilgili olarak bir cevap vermek istiyorum. Heyecanla hatta öfkeyle konuştular; yani Allah aşkına eğitim öğretmenlere terk edilemeyecek kadar önemli ve kutsaldır Beyefendi!.. Aynı şekilde, sağlık da doktorlara veya tıp kurumuna emanet edilemeyecek kadar önemlidir. Bu bir bakış açısıdır. Bunda, bu kadar tahammülsüz olacaksanız, sanki bu masanın etrafındakiler öğretmenleri suçlamak üzere özel tutulmuş ajanlar. Böyle bir şey yok kardeşim. Ben de bir öğretmenim. Eğiticiyim ve benim bunca yetiştirdiğim öğrenci, halen hocam diye bana saygıyla davranıyorsa, bu bana en büyük ödüldür. Ama, ben, benim zoraki hocam olmuş insanların bir çoğundan nefret ettim, bana sunulmamış, dışarıdan, başka hocalarımın da peşinden çok gittim. Bu, o kişinin kalitesiyle çok ilgilidir; yani, eğitim kurumlarının, tabii demokratik ülkedir, koşullarıdır, güvencesidir, bunları inkâr eden yok zaten, yani buradakilerin hiçbirisinin bunu inkâr ettiğini sanmıyorum. Eğitim kavramı ve eğitimin yapıldığı ortam olarak okul burada kritik ediliyor. Üstelik tam da, ne kadar doğru bir şey söylüyorum; Türkiye Kürşat’lara tahammül edemiyor. O zaman, kusura bakmayın ne demokrat bir ortamı yaratırız ne de bu demokratik eğitim kurumlarını yaratabiliriz. Böyle şey olmaz.

BAŞKAN – Teşekkür ederiz.

Buyurun hanımefendi.

KATILIMCI – Ben iki oğlan annesiyim, biri üniversiteyi bitirdi biri lisede. Ben şuna inanıyorum; gerçekten eleştirmek kolay, herkes öğrenci-öğretmen-veli her konuda birşeyler yapmalı. Bizim okul-aile birliği toplantısı olduğunda -450 öğrencisi olan bir lise- maalesef 10 veli geldi. Ondan sonra on gün sonra bir arkadaşla görüşüyordum, bana şikayetleri olduğunu ve vakıf başkanıyla görüşmek istediklerini söyledi. Ben de toplantıya neden gelmediklerini sordum. Şimdi burda veliler yapılması gerekeni yapmıyor. Tüm öğretmenlerin ve velilerin olacağı ortamda okulu eleştirmek –okul nasıl ilerler- çok kolay ama yapıcı öneriler olması gerekir. Uzun yıllar yurtdışında olduktan sonra geçen yıl oğlumu hangi okula vereceğimizi araştırıken bir okula gittik ve yarım saatlik görüşme boyunca oğluma tek bir soru sorulmadı. En iyi okulu Ankara’nın. Başka bir okula verdik ne yazık ki orada da sorunlarımız var. Mesela Türkçe derslerinde; derste tek bir kompoziyon yazdırılmıyor ama sınavda kompozisyon sorusu soruluyor. Bu yıl da özel bir imtihan açıldı ve oğlum sınavı kazanamadı. Türkçe öğretmeni de uzaklaştırma aldı bu arada. Burada kaybeden kim peki? Okulda sigara içilmesin deniyor ama zümre başkanının, muavinin odasında, öğretmenler odasında niçin sigara içiliyor? Yurtdışında okulun bahçesinde bile içilmez, neden, çocuk sigarayı hatırlamasın diye. Benim oğlum Princeton Üniversitesi’nde okudu. Sınavda öğretmen soruları verir ve sınıftan çıkardı. Niçin? Çünkü öğrenciye güveniliyor. Biz de bir güven ortamı yok.

BAŞKAN – Son söylediğinize cevap vereyim. Biz, hep dışarıdakileri ideal gösteriyoruz. Sizin söz konusu ettiğiniz üniversitede –Princeton-13 yıl profesörlük yaptım ve gerçekten söylediğiniz sistemi çok büyük bir zevkle, güvenle uyguluyorduk, onu çok duygulu olarak hatırlarım, keşke bütün dünyada böyle olsa; ama, aynı Amerika’da örnek öğrenci ahlakının hâkim olduğu söylenilen ünlü Amerikan deniz akademisinde ki, hepsi subay olacaklardı, 29 öğrencinin hep birlikte kolektif olarak kopya çektikleri tespit edildi ve 29 kişi okuldan atıldı. Yani orada da oluyor bütün bunlar. Burada kendi adıma ve arkadaşlarım adına şunu söylemek isterim: Öğretmenlere hepimizin sonsuz saygısı ve sevgisi vardır. Biz, sadece sistemin, yöntemlerin daha iyi duruma getirilmesini istiyoruz. O bakımdan hiç endişeniz olmasın. Burada öğretmenlere hiç kimse dil uzatmadı. Sistemler değişecektir. Bunlar birtakım felsefi ve metotlu yaklaşımlardır; ama, öğretmenlerin başımızın üstünde yeri var. Kötü öğretmenlerimiz olmadı mı, oldu. Benim tarih öğretmenin ders yılının başında sınıfa girer, en dolgun yanaklı çocukları en ön sıraya dizer ve her derste kalkar oturduğu yerden, iner, durup dururken, en önde oturan sekiz dolgun yanaklı öğrenciyi tokatlardı. Ama, aynı okulda, bizim kültür ufuklarımızı açan, fevkalâde değerli bir Türkçe öğretmenimiz de vardı. Bâha Doğen vardı. Ben herhalde bütün eğitim hayatım boyunca en fazla ondan yararlandım. Bunlar arasında Amerika’da gittiğim üniversitelerde dünya çapında entelektüeller vardı, efsanevi öğretmenler vardı; ama, ben en fazla, aynı okulda hiç kimseye fiske vurmayan, herkesle büyük insan gibi Sokratik tartışmalar yapan, Türk olan bir tarih öğretmeninden bişeyler öğrendim. Onun için bunları hep istisna olarak düşünelim, şikayet ettiklerimiz de istisnadır. Dayak bizde çok var; ama, başka ülkelerde de başka türlü eizyetler vardır. Yavaş yavaş bizde de hepsi düzelecektir. Onun için hepimiz bir çözüm bulmaya çalışıyoruz, onun için eğer, bazı eleştirilerimiz biraz sivri geliyorsa, mazur görün, demokraside elbette herkes konuşacak ki, birtakım çözümlere ulaşmamız mümkün olsun.

KATILIMCI – Efendim, tam olarak anlatamadım galiba. Konuşmacıların bizim öğretmenlerimize ilişkin eleştirilerine büyük ölçüde katılıyorum. Benim benimsemediğim şey şu: Öğretmen böyle davranıyorsa, o kendi tercihi değil, bu sistemin bir ürünüdür. Demokrasinin olmadığı, fikir özgürlüğünün olmadığı bir ortamda öğrenci yetiştirebilir misiniz? Buna cesaret edebilir misiniz?

CENGİZ GÜLEÇ – Her şeyi sisteme bağlayamayız. Böyle olmaz bu.

BAŞKAN – Çok güzel yorumlarda bulundunuz ama bu son söylediklerinize ne ben ne de arkadaşlarım katılmıyoruz.

Buyurun efendim.

KATILIMCI – Çocuklarımızın da tartışmalara katılmaları gerektiğine inanıyorum, onların da fikirlerinin alınmasından yanayım. Ben çocuklara çok güveniyorum. Oğlumun okulda problemi vardı, ama oğlum problemini kendi düşünerek çözdü, ne derslerini etkiledi bu, ne de ilişkilerini. Herkes birbirinden farklıdır, bize zarar vermiyorsa, istediğini düşünebilir. Çocuklarımızın birtakım olayları çözebilecek kadar güçlü olduğunu düşünüyorum. Öğretmenler olağanüstü varlıklar değillerdir, onların da hataları olabilir, tıpkı anne babaların olduğu gibi; ama, insanlara güvenmek gerekir. Bizler çocuklarımıza da, öğretmenlerimize de güvenmek zorundayız. Çocuklarımız kendilerine yakışan sosyal davranışları gösterebilirler, buna ben inanıyorum. Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Buyurun efendim.

KATILIMCI – Öncelikle bu sohbetinizden çok zevk aldığımı söylemek istiyorum. Ben Cengiz beye bir soru sormak istiyorum. Kendisinin bizimle paylaştığı bir kavram vardı; öğrenişim kavramı. Bununla ilgili olarak öğretmen ve öğrencinin karşılıklı diyaloğundan bahsedildi. Benim anladığım kadarıyla ikisi arasında artık güç olayının eşit olduğu ve birbirleriyle gerek bilgi gerek deneyim açısından paylaşımın çok hat safhada olduğu bir ortam söz konusu. Bunun yanında, kurumun ya da sistemin beklentileri, öğrencilerin davranışlarının çok çabuk değişmesi üzerine kurulmuş. Eğer bir şey vermek istiyorsanız ya da bir bilgiyi öğretmeye çalışıyorsanız, bunun için birtakım müfredatların belirlenmesi gerekir ve belli bir zamanda belli bir bilgiyi de öğretmek zorundasınız. Bu öğretişim kavramı, nasıl değerlendirilecektir? Bana bir süreç gerektiriyor gibi geliyor. Bunu nasıl uygulayabiliriz? Ben bir öğretmen olarak bunu uygulamak istiyorum. Sokrat tarzı öğrenme taraftarıyım ve ben bunu nasıl uygulayabilirim? Bence müfredat öğretmenlerin önünde çok büyük bir engel gibi görülüyor. Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Buyurun.

KATILIMCI – Ben felsefe öğretmeniyim. Öncelikle konuşmacılara teşekkür ederim. Kürşat beyin ve felsefe profesörü hocamızın birkaç konuda serzenişi oldu. Aydınlar olarak sıkıntıları vardı. Bir çarkın içerisinde kalmak...Hocam bir taraftan şikayet ediyor, bir taraftan da kızınızı dershaneye götürebiliyorsunuz, bu bir çelişkidir bence. Sizler gibi veya bizler gibi aydın geçinen insanlar, bu çarkın dönüşüne bir yerlerde dur diyebilmeliyiz. Çocuklarımızı anne baba olarak yetiştirirken, eğitirken, özgüveni yüksek insanlar olarak yetiştirebilmeliyiz ki, bir ayrışım içine girmeyelim. Bir toplumun bütün bireyleri üniversite okumak zorunda mıdır? Bana göre değildir. Niçin kızınız dersaneye gidiyor? İnsanların üniversite okuma isteğinin altında yatan ana nedenlerin başında merak geldiğini sanmıyorum. Bence uzmanlaşmak, belirli alanlarda kendini yetiştirmek, artı değerler kazanmak istekleri de değil. Bunun nedeni bence etiketler...Sizler ve bizler çocuklarımızın dershaneye götürmeden, onları bir şekilde yetiştirirsek, bugün dershane denilen düzen ortadan kalkar ve öğretimin bir ticaret haline dönüşmesine engel konulur. Ayrıca, müfredat konularının yeniden düzenlenmesi gerekiyor......Cengiz bey ayrıca çoklu zeka kuramı diye bir şey var....

BAŞKAN – Teşekkür ederim. Son soru olarak alalım.

Buyurun.

KATILIMCI – Hocalarımıza çok teşekkür ederim. Ben, 25 yıllık biyoloji öğretmeniyim. Cengiz bey özellikle çok üzüldüm, ayrıca bir milletvekili arkadaşımız da burada. Eğitim fakülteleri açıldı, bunların işlevi çok önemlidir. Müfredat okutulmalı ve uygulanmalı hayata geçirilmelidir. Bütün fen dersleri için bu geçerlidir. Siyasetin bu işten çıkması gerekiyor. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde fakülteler açılmış, öğretmen atayamamış, bakan tayini yapılmış, peki bu öğretmenler başarılı olabilecekler mi; hayır. Eğitim fakültelerinin içerikleri tekrar düzenlenmelidir....

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Cengiz hocam, buyurun.

CENGİZ GÜLEÇ – Şimdi, kusura bakmayın acı gelecek; ama, Allah beni öğretmenlerden korusun, kusura bakmayın. Bakın, ben gergin ve öfkeli bir adam değilim; ama, yani şurada soru niyetiyle çıkan öğretmenler, her biri değerli insanlar olabilir, o ayrı bir konu, ama Allah’tan ben bu öğretmenlerle hiç karşılaşmamışım, okumamışım diyesim geliyor. Arkadaşlar, biz, burada eğitimin, Türk eğitiminin temel sorunlarını tartışmak iddiasında değiliz. Burada öğrenme kavramına farklı bir bakış getirilmiş ve bağlayıcı bir başlık ve onun içerisinde bir çeşit bir düşünce fırtınası gibi bir şey. Biz burada, Türk eğitimimin temel sorunları madde madde budur gibi bir iddia içinde değiliz. O niyetle de çağrılmadık; ama, görüyorum ki, burada bütün savunma; öğretmenin burada günahı yok diyorlar, ya siyasal düzen, ya sistem ya bilmem neye bağlanıyor. Allah aşkına bırakın bunları, yani buralardan biz bir yere varamayız ve tartışamıyoruz bile. Biraz aykırı, farklı kritik eden bir anlayışa karşı hemen savunma ve tepki ve hemen böyle kutsiyet atfetmeler. Eğitim tartışılamaz bir kurum mu? Kutsal da değil. Bayağı tartışmaya açık ve üstelik insan hayatının en temel işlevlerinden de biri. Biz, bunu eğitimcilerle tartışamıyorsak, kimle tartışacağız? Hayatım boyunca -aynen Kürşat’a katılıyorum- ben de 40 yıldır bana öğretmenler ve eğiticilerle ilgili bir konferansa davet edildiğim zaman kaçıyorum. Maalesef, bunu sizi yargılamak için söylemiyorum; ama, gerçek bu. Burada bu takımın, bu zümrenin ya da grubun hiçbir günahı yok. Her şey dışarıda, sistemde, Allah Allah o sistemde biz de yaşıyoruz, pekala o sistem içerisinde, örnek öğretmen diyebileceğim insanlar da var. Peki, bunlar nasıl mümkün olabiliyor? Müfredata herkes tabî, ama yine de yaratıcıdır; çünkü, insandır. Öğretmenler öyle bir halde yaşıyoruz ki, insanlığımızdan çıktık. Bunu anlayabilirim, doğrudur. Ben mutlu bir öğretmen görmedim. İnsana saygılı bir doktor görmedim. Topluma saygılı siyasetçi görmedim. Biraz abartıyorum, bunların istisnaları var; ama, genel doğrular bunlar. O zaman, siz kalkıp da, Allah aşkına öğretmenlik kutsaldır, yok bilmem nedir dediğiniz zaman, işte orada başlıyor zaten, tam da biz o anlayışı kritik ediyoruz burada. O zaman hiç eğitim üzerine konuşamayız. Hiçbir konu yoktur konuşulamayacak. Din de Tanrı da dahil olmak üzere. Konuşamıyorsak, o zaman çağdaş olmaktan falan geçelim. Böyle bir hastalık var, bir meslek hastalığı gibi. Buna inanın, ruh hekimlerinin de çocukları çok sağlıklı değildir, ama pedagogların, eğitimcilerin çocukları bir sefalettir, rezalettir. Mesleğim gereği olarak da söylüyorum. Bunları hakir görmek, hakaret amacıyla da söylemiyorum; ama, nedense alınmaya hazır bir zümre var. Üstelik ben bunu defalarca yaşadım. Burada da tekrar böyle bir örneği görünce, bu sefer de benim cinler tepeme çıktı, kusura bakmayın.

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Müsaadenizle oturumu kapatacağım ve Sayın Emrehan Halıcı’ya ve Milli Eğitim Bakanlığının Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığına teşekkürlerimizi sunuyorum. Öğretmenlere saygılarımı tekrarlıyorum, sevgilerimi tekrarlıyorum.

İyi dileklerimle efendim.
 
A Çevrimdışı

adana

New member
Ynt: Öğrenme: Öğretmekten Geriye Mütevazı Bir Çekiliş

KONUŞMACILAR HAKKINDA BİLGİ

Prof.Dr.Talat Sait HALMAN : 1931 yılında İstanbul'da doğdu. Colombia Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Ortadoğu Edebiyatları Bölümü'nü bitirdi, aynı üniversitede Türkçe okutmanlık yaptı. 1966'dan beri Princeton ve New York Üniversiteleri'nde Türk Dili ve Edebiyatı profesörüyken Türkiye'ye çağrıldı, kabinede Kültür Bakanı oldu (Temmuz 1971), Bakanlığının beş ay sonra kaldırılması üzerine (Aralık 1971) gene Amerika'ya eski görevine döndü. 1980-1982'de T.C.'nin ilk Kültür İşleri Büyük Elçisi olarak görev yaptı. 1984-1986'da Pennsylvania Üniversitesi'nde konuk profesördü. 1986'dan bu yana New York Üniversitesi'nde Türkiyat Profesörüdür. 1986-87 yıllarında Columbia Üniversitesi Halman'a ABD'nin en büyük çeviri ödüllerinden birini, Boğaziçi Üniversitesi ise fahri doktorluk verdi. Uluslararası Şiir Komitesi ve Amerikan Şiir Akademisi üyesidir. Şiirleri, eleştiri, makale ve çevirileri olan Halman, Amerikan sanat-edebiyat dergilerinde günümüz Türk şairleri üzerine tanıtmalar, değerlendirmeler yapmaktadır. Antolojileri Dağlarca, Orhan Veli Kanık, Yunus Emre, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Kemal Özer, Mevlana, Kanuni ve Sait Faik Abasıyanık'dan çevirdiği şiir ve hikâye kitapları Amerika'da yayımlanmış olan Halman'ın Türkiye'de Faulkner'den hikâye, Shakespeare, Langston Hugnes ve Wallace Stevens'ten vb. şiir çevirileri basıldı. Eserleri; Eski Mısır Şiiri (1972) ve Eski Uygarlıkların Şiirleri (1974), Yaşayan Amerikalı Şairler (1992), Amerikalı Kadın Şairler (1992) adlı çeviri derlemeleri de var. Kendi şiirlerini Can Kulağı (1968), Bin Bir (özdeyiş şiirleri, 1976), Canevi (1980), Tuyuğlar (1981), Uzak Ağıt (1991) kitaplarında topladı. Shakespeare'in eserlerinden yola çıkarak Kahramanlar ve Soytarılar (1991) adlı oyunu yazdı; W.Shakespeare'nin Tüm Sonelerini (1989) çevirdi.


Kürşat BUMİN : 1947’de Yıldızeli’de doğmuştur. D.T.C.F. Felsefe Bölümü’nden mezun olmuştur. 1972-80 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesine ilişkin çalışmalar yapan Kürşat Bumin’in, çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır. Sivil Toplum ve Devlet isimli çalışmasıyla 1982 Yazko İnceleme Özendirme Ödülü’nü almıştır. Batı’da Devlet ve Çocuk isimli bir diğer çalışması 1983’te yayımlanmıştır. Demokrasi Arayışında Kent’in ilk basımı 1986’da Kent-Koop Yayınlarından çıktı. Diğer kitapları, Medyakronik, Otoriter İdeoloji ve Hukuksuzluğun Günlüğü’dür. İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Kürşat Bumin 1997 yılından beri Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.


Prof.Dr.Akın ERGÜDEN : 1944 yılında Çatalca-İstanbul'da doğmuştur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olan Ergüden; 1972 yılında A.B.D Michigan State Üniversitesi İletişim Bölümü'nde ve 1977 yılında da A.B.D Michigan State Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yüksek lisans yapmıştır. Ergüden 1983 yılında, A.B.D Michigan State Üniversitesi'nde, İletişim-Felsefe ortak doktorasını tamamlamıştır. ABD'nin çeşitli üniversitelerinin (Michigan State, Jackson Community College, Flint Community College) iletişim ve felsefe bölümlerinde öğretim üyeliği yapan Ergüden; 1984 yılından itibaren ODTÜ'de sırasıyla okutman, yardımcı doçent, doçent ve profesör olarak görev yapmıştır. Prof.Dr. Ergüden, ODTÜ'de Uygulamalı Etik Araştırma Merkezi Müdürlüğü, Felsefe Bölümü Başkanlığı ve Fen-Edebiyat Fakültesi'nde dekanlık yapmış; ayrıca üniversite dışı görevlerde de bulunmuştur. Ergüden halen, ODTÜ Felsefe Bölümü'ndeki görevini sürdürmektedir. Ergüden'in akademik araştırma alanları; etik, uygulamalı etik (medya/iş), iletişim felsefesi, bilimde etik iletişim yöntem bilgisi, siyaset ve toplum felsefesi ile tarih felsefesidir. 'Uygarlık Tarihi' adlı kitabı yazan Prof. Dr. Akın Ergüden'in; yurtdışı makaleleri ve tebliğleri ile yurtiçi makaleleri ve tebliğleri, yurtiçi basılmış tebliğleri bulunmaktadır. Ergüden ayrıca, çeşitli yüksek lisans ve doktora tezlerini de yönetmiştir.



Alev ALATLI : 1944'te Menemen, İzmir'de doğmuştur. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Ekonomi-İstatistik Bölümü'nde öğrenim gören Alatlı, burada; medeniyet tarihi, ekonomi, ilahiyat ve kimya gibi ilgisiz görünen disiplinleri bütünleştiren 'holistic' düşünme biçimini öğreten hocası Fuat Çobanoğlu'ndan etkilenmiştir. Birinci Beş Yıllık Planın hazırlanmasında yardımcı olan Jan Tinbergen gibi Nobel sahibi ekonomistlerden ders alan Alatlı; daha sonra eğitimine devam etmek üzere, Fulbright O Ford Foundation bursu ile Amerika'ya gitmiştir. Kalkınma iktisadı ve econometriks üzerine Vanderbilt University, Nashville, Tennessee'de master yapan Alatlı; nasıl düşünmesi gerektiğini öğrenmek amacıyla felsefeye geçmeye karar vermiş ve 'Dartmouth College' New Hampshire'da positivistlerle -August Compte ekibi- birlikte çalışmıştır. Türkiye'ye döndüğünde yaklaşık beş yıl, semavi dinler ve İslamiyet'le uğraşmıştır. 1968-69 yılları arasında ABD'nın Maine Eyaleti'nde öğretim üyeliği yapan Alatlı, daha sonra İstanbul Üniversitesi ile DPT'de görev yapmıştır. University of California, Berkeley'in Türkiye'de yürüttüğü bir psiko-dilbilim projesinin İstanbul ayağını üstlenen Alatlı; Cumhuriyet Gazetesi ile ortak 'Bizim English' isimli, Türkçe temelli bir İngilizce öğretim dergisi çıkarmıştır. Alatlı, YAZKO yazarlar kooperatifinde de görev almış ve 1984 yılında eve kapanarak yazmaya başlamıştır. Ocak, 1985'te çıkan 'Yaseminler Tüter mi Hala?', Alatlı'nın basılan ilk romanıdır. Yazarın, şiddeti ve şiddetin türevi işkenceyi irdelediği ikinci kitabı 'İşkenceci' ise 1986 yılında yayınlanmıştır. Alatlı daha sonra 'Viva La Muerte', 'Yaşasın Ölüm!' ve 'Or'da Kimse Var mı?' dörtlüsü ile 'Kadere Karşı Koy A.Ş.'yi yazmıştır. Yazarın son kitabı ise 'Kabus' ve 'Rüya' adlı iki ciltten oluşan 'Schrödinger'in Kedisi'dir. Kitap, 2035 Türkiye'sine dair, fütüristik bir bilim kurgu değil; bilimi temel alan bir kurgu niteliği taşımaktadır. Alev Alatlı'nın bunların dışında çeviri eserleri de bulunmaktadır.



Prof.Dr.Cengiz GÜLEÇ : 1948 yılında Sivas Şarkışla'da doğmuştur. 1964-65 döneminde girdiği Hacettepe Tıp Fakültesi'ni bitirdikten sonra, aynı fakültenin Psikiyatri Bölümü'nde 1976 yılında uzman olmuştur. 1976-1978 yılları arasında, Fransız Hükümeti'nden burslu olarak Paris'e gitmiş ve Paris V.Tıp Fakültesi, Sainte-Anne Psikiyatri Hastahenesi'nde görevli olarak 15 ay süreyle çalışmalar yapmıştır. Yurda döndükten sonra 1982 yılında Hacattepe Psikiyatri Anabilim Dalı'nda doçent olmuş, 1988 yılında da profösörlüğe atanmıştır. 1996-1998 yılları arasında aynı anabilim dalında başkanlık yapan Dr. Güleç, 1988 yılında seçildiği Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Fakülte Kurulu üyeliğini 11 Ocak 1999 tarihine kadar sürdürmüştür. Prof.Dr.Güleç, tıp fakültesi öğrencilik yıllarında, aynı üniversitenin felsefe bölümünden lisans sertifikası; 1985-1988 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal/Kültürel Antropoloji Bilim Uzmanı (Master) derecesi almıştır. 1999 Nisan seçimlerinde DSP Sivas Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girmiştir. Prof.Dr.Güleç, Dış İlişkiler ve Bilgi Teknoloji Komisyonları üyeliğinin ardından Parlementolararası Birlik üyesi olarak siyasi çalışmalarını da yürütmüştür.
 
Geri
Üst